2 Aralık 2011 Cuma

Hiç


Bilgisayarının başına oturdu  ve boş bir Word sayfası açtı. Yeni kitabına başlamak istiyordu artık. Ama o ilk cümleyi bulamadı. Yeni kitabına nasıl başlayacağını bulamadı. Bilgisayarın başında sabahlamıştı ve hala açtığı boş sayfa ona bakıyordu. Yazmak istiyordu ama ne yazacağını bilmiyordu. Çocukluğundan beri babasının söylediği 'en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir' sözünü kendine bir yaşam tarzı olarak belirlemişti. Bunun için kararsızlığı sevmezdi. Kötü bile olsa mutlaka karar verirdi her zaman. Ama bu sefer yapamıyordu. Onlarca kitabı vardı onlarca yabancı çevrilmişti en çok satanlar listesine girmişti yazdığı çoğu kitabı ama bu sefer yazamıyordu. "İlham meleğim beni terk etti." diye düşündü bir an. Kitaplarındaki dünyada yaşardı çoğu zaman. Kendi yazdıklarına inanırdı. Pek fazla arkadaşının olmamasının sebebini de buna bağlardı. Herkes gibi sıradan olmadığı için yalnız olduğunu düşünürdü. 42 yaşındaydı ama halen daha doğru düzgün bir kız arkadaşı olmamıştı. Fanlarından bir iki kızla görüşmüştü ama görüşmeler o kadar kötü geçmişti ki bundan çabuk vazgeçmişti.
Yazdığı kitaplar da aşık vampirler kıskanç kurt adamlar yada sihir okulları yoktu. Yazdıkları daha çok doğa üstü olan ama herkesin kabul ettiği şeylerdi. Örnek verecek olursak "Supernatural" gibi diyebilirdik kitaplarına. Seri bir kitap yapıyordu. İlk 6 cildi bitmişti ve hala devam ediyordu. Eğer yazabilirse devam edecekti tabi. Okuyucuları bu kitabı 3 yıldır bekliyordu. Hiç bu kadar bekletmemişti bu seride okuyucularını. 1,5 bilemedin 2 yılda bitirirdi kitabını. Bu serisine isim bulmakta çok zorlanmıştı. Çoğu seri gibi baş karakterin adını koymayı düşünmüştü bir ara ama bunun çok banel olduğunu düşünüp vazgeçmişti. Çekici bir isim olmasını istiyordu kitabının adı merak uyandırmalıydı okuyucu da. Uzun düşünmelerden sonra kitabına bir isim bulmuştu. Kitabın adı "HİÇ" ti. Kitabı yayınevine götürdüğünde basmak için çokta hevesli değillerdi. Adı Hiç olan bir kitabı kim okumak isterdi ki. Ama yayınevinin düşündüğü gibi olmadı. Hiç çok fazla okundu ve devamları geldi.
Kitabın sadece kapak resmi değişiyordu. Her kitabın kapağında ise "Hiç'in Devamı" yazıyordu. Basit bir kitap adıyla büyük başarılar yakalamıştı.
Ama mutlu değildi. Koca evde tek başına yaşamaktan sıkılmıştı. Arkadaşsız ve aile sıcaklığından uzak bir ev. Çok fazla çekici gelmiyordu bu ona. Yaşadıkça Hiç'in devamının gelmesi gerektiğini düşündü. Ama o 6. kitaptan sonra tıkanmış tek bir cümle bile yazamamıştı. Bunu daha fazla sürdüremeyeceğini düşündü. 'Hiç yazmamış olsaydım hayatım daha mı farklı olurdu acaba?' diye sordu kendine. Cevabını verenediği bir soru daha türemişti. O an hayatının Hiç, cevapsız sorular ve yalnızlıkla dolu olduğunu fark etti. Yazdığı kitabın esiri olmuştu. Kurtulamıyordu sanki bu Hiçlikten. Hiç'in içine esir olmuş gibiydi. Bu düşünce onu deli etmeye yetmişti. "Bu Hiç'i başlatan bensem bitiren de ben olmalıyım." dedi. Masasının çekmecesinden altı patları çıkardı. "Bu çok saçma. Seni yaratan bendim ve ben bitireceğim seni. Sen beni bitiremeyeceksin." dedi boş ekran sayfasına bakıp. Hiç tereddüt etmeden kafasına dayadığı silahın tetiğini çekti. O an oracıkta öldü. Yazdığı kitaba paranoyaklık derecesinde bağlanmıştı. Bu intiharın sebebini kimse anlayamadı. Ertesi gün gazete manşetlerinde ki haber ise tam bir trajikomiklikti.
"ÜNLÜ YAZAR BİR HİÇ UĞRUNA ÖLDÜ!!!"

3 Kasım 2011 Perşembe

Adı Geçince Hatırlanan Hayalet Arkadaşlar


Şayet paralel evrende kendimle karşılaşacak olsaydım şu an tanıyor olduğum çoğu kişiyle tanışmamasını söylerdim ona. Gereksiz çünkü şu anda tanıdığım çoğu insan. Gereksiz ve çıkarcı. İşleri olunca konuşup işleri bitince cevap bile vermeye tenezül etmeyen kişiler var hayatımda. Cevap verse de yarım saate falan cevap veren kişiler. Ne güzel arkadaşlık değil mi bu? Yazı yayınlanınca üstüne alınıp bana mı diyorsun diyenler olacak demek isterdim ama o kadar üşengeçler ki şu yazdığım yazıları bile okumaktan acizler. Yani yine kendim kendim kendim yiyeceğim.
Bir adamın yaşamı öldüğünde ne kadar gözyaşı bıraktığıyla ölçülebilir. Ama çoğu kişinin öldüğümden haberi bile olmayacak. Ne Azerbayacan'daki Bella'nın haberi olacak nede İstanbul'daki Damla'nın nede İzmir'deki Ezgi'nin. Hiç birinin haberi olmayacak. Bu da demek oluyor ki arkamdan gözyaşı dökecek fazla insan yok. Yani paragrafın başındaki cümleye dönersek hayatım boktan. Ölçelebilecek birşey yok yani. Ölçüsüz bir hayatta savrulmak benimkisi...

22 Ekim 2011 Cumartesi

İdeali Yazılarda Bulmak


İdeal olmayan herşey hayatımızın içine eder. Misal ideal olmayan bir tuvalet kağıdını düşünelim. Yumuşaklıktan nasibini almamış mukavva gibi sert bir tuvalet kağıdı. Bu tüvalet kağıdını kullandığınız da o narin totoşunuz tahriş olur. Sizin totoşunuz için ideal değildir çünkü. "Ne yapalım yani ideal olanı bulana kadar totoşumuz tahriş mi olsun?" diye sorabilirsiniz. Olsun ne olacak ki sanki. Bütün icatlar ilk seferinde mi çıkıyor Allah aşkınıza.
Eşinizi yada erkek arkadaşınızı  ele alalım o zaman. Siz narinsiniz, karşınızdaki insandan iltifat bekliyorsunuz. Çünkü bir bayansınız. Ama karşınızda sizin tam tersiniz bir ayı oturmakta. Beyaz atleti ve çizgili pijamasıyla kumanda elinde koltuğa yayılmış oturuyor ve size emirler yağdırıyor. Bu ayının neresi ideal ya. Sizi yerden yere vuran (şiddet olarak değil kültür olarak. Daha şiidete gelmedik.), ilkokul mezunu olduğu halde sizi aşağılamaya çalışan ama aynaya hiç bakmayan bu adam mı uygun eş. Gerçi bunlardan hoşlananların sayısı da azımsanamayacak kadar çoklar. Bu tip kadınlar için ideal ama biz normal insanlardan bahsediyoruz.
Erkek arkadaşınızla sokakta yürüyorsunuz. Ama erkek arkadaşınız o kadar abaza birşey ki gördüğü her mini etekli kıza yiyilecek bir hamburgermiş gözüyle bakıyor. Böyle erkek arkadaş mı olur ya? Gerçek Kesit programındaki fantezi kurbanı adam gibi aynı.
Elektronik ürünlerde devamlı bir yenilenme vardır. Bugün aldığınız eşya yarın eski model olur. Son model bir telefon aldığınız da iki gün sonra yeni modeli çıkınca elinizdeki telefon size ideal gelmez. İdeal insanı aramak cenneti giden kestirme bir yolu aramak gibidir aynı. Öyle bir yol olmadığını bilirsin ama yinede ararsın. İşte ideal insan da aynı şekilde arasanda bulamazsın. Çünkü yarın ne olacağını bilmiyorsun. Bugün senin için ideal olan erkek evlenince senin zebanin olabilir. Yada senin için ideal kadınla evlendiğinde aslında senin için ideal olmadığını sadece para yiyen bir makina olduğunu fark edebilirsin. İnsanlar değişmez tezi yanlıştır. İnsanlar istedikleri şeyi elde edene kadar değişik görünürler, elde ettiklerinde ise eski benliklerine geri dönerler. Bir dergideki ideal insan başlığı altındaki yazıyı okuyup işte gerçekten ideal insan bu diyebilirsiniz. Ama dergiler sadece hangi özelliklerinin olması gerektiğini söyler sana o kişiyi bulacağın yeri söylemez. İdeal kişiyi aramaya başladan önce kendini ele almalısın. Sen ideal bir insan mısın? İdeal bir eş misin? İdeal bir arkadaş mısın? İdeal bir çocuk musun? Önce kendini ideal yapman lazım. Sen ideal olmaya çalışmalısın önce. Yoksa ideal insanı sadece yazılarda bulursun...

21 Ekim 2011 Cuma

Yine Gençler Öldü...

Sex ve Cenaze


Masanın üstünden Marlbora Light paketini alıp bir sigara yaktı. Saat daha sabah 06:00'dı. Sigara bağımlısı değildi ama hergün iki tane içerdi. Kimse çözememişti ondaki bu tiryakiliği. İlk sigarayı sabah kalkar kalkmaz yatağından çıkmadan yakardı. İkincisini ise gene akşam yatmadan önce yatağına oturur ve içerdi. Onun için yatak sigara içmek, uyumak ve sevişmek içindi. Seviştikten sonra sigara yakmazdı yakanlardan da pek hoşlanmazdı. Sexten sonra kız eğer sigara içiyorsa onunla bir daha görüşmezdi.
Babadan zengin olan tiplerdendi. Cebinde limitsiz kredi kartları, altında son model arabası, lüks bir evi vardı. Yakışıklı da sayılırdı çevresindeki milyonlarca erkeğin içinde. Zaten yakışıklı olmaması da fark etmezdi. O kadar parayla mutlaka bir kızı yatağa atabilirdi her gece. Zengindi ama birşeyler hep eksikti onun için. Neyin eksik olduğunu hiç bulamadı. Bu eksikliği kızlarla sevişerek gidermeye çalıştı ilk başlarda ama bir işe yaramadı. Sevişmekte zevk vermiyordu zaten artık. "Denemediğim bir fantazi kalmış mıydı acaba?" Sabahın bu saatinde yatağında oturmuş sigarasını içerken bunu düşünüyordu. "Acınak haldeyim" dedi ve sigarasından son bir nefes alıp ağzına kadar sigara izmarti olan küllüğe bastı sigarasını.
Bolkana çıkıp temiz hava almak istedi ama önce bir kahve yapmalıydı kendine. Yine alkolü çok kaçırmış gece neler olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. "Yatakta yatan kızın adı neydi acaba?" Hatırlamamakta haklıydı. İçmek konusunda gayet başarılıydı. Kusmadan temiz içerdi ama sabahında hiç birşey hatırlamazdı. Mutfağa gidip bir fincana kahve doldurdu. Ama ondan önce bir aspirin attı ağzına bir yudum kahve yardımıyla yuttu onu. Zengindi ama ilaçlardan ve doktorlardan nefret ederdi. Bunun için herhangi bir yerden alabileceği bir aspirini tercih ediyordu.
Balkona çıktı. Soğuk yüzüne çarpmış ve onu kendisine getirmişti. Hafiften kar yapıyordu. Sokaklar bembeyaz olmuştu. Şubat ayında Ankara hep böyledir. Hep bembeyaz. Birden annesinin sözlerini hatırladı: "her kar ve yağmur yağdığında o her kar tanesini ve yağmur damlasını bir melek indirirmiş yer yüzüne. Hiç biri birbirine değmezmiş o meleklerin ve aynı melek ikinci bir kar tanesini yada yağmur damlasını alamazmış. Onun için her yağmur ve kar yağdığında dua et. Melekler seni duyar emin ol." Bir hüzün kapladı içini. 2 yıl önce kaybetmişti çünkü annesini. Annesinin öldüğünü söylemek için aradıklarında saat gece 02:00 civarıydı. Evindeydi ve bir kızın üstünde debelenmekteydi. Telefonu açıp o kötü haberi duyunca şok olmuştu. Böyle birşeyi beklemiyordu. Annesini en son 8 ay önce görmüştü. O zaman bile doğru düzgün konuşmamıştı onunla. Zevk çığlıkları atan kızın sesini duyunca babası kızmış hüznün yerine oğluna olan öfkesi almıştı. "Allah belanı versin" diyerek kapatmıştı telefonu babası. O günden sonra düzelmedi. Babası konuşmak istemedi bir daha onunla. Sadece kredi kartlarını ödüyordu, oda dışardan birisi laf etmesin diye. "Kendi paranın içinde yüzerken oğlu aç yaşıyor" demesinler diyeydi. Bütün ilişkileri bu kadardı.
Kahvesinden büyük bir yudum aldı. Oturduğu 8. katın balkonundan aşağı baktı. "Atlasam acaba bir melek tutar mıydı ki beni? Hiç sanmıyorum." Bir sigara daha yakma gereği duydu. Duygulanınca içtiği sigara sayısı artardı. Buda nadiren olan birşeydi. İşte o nadir anlardan biriydi buda. Paketteki son 3 tek sigarayı arka arkaya içti. Saat 07:00 olmuştu. Bir yatakta yatan kıza, bir camdaki kendi yansımasına, bir de balkondan aşağı baktı. "Kesin ölürüm atlasam." Ölünce düzelip düzelmeyeceğini bilmiyordu hiç. O an sadece aklından ölmek geçiyordu. "Sex, sigara, alkol, para, ev... Hepsinin canı cehenneme" dedi sesli bir şekilde ve atladı balkondan aşağıya.
Atladığı anda kafasını sert bir şekilde çarparak ölmüştü. Babasına haber verildi. Cenaze ayarlandı "Öğlen namazına mütakiben" dedi imam. Cenazeye babası katılmadı. O kadar nefret ediyordu çünkü öz oğlundan. Sadece bir kaç arkadaşı. Onlarda ayıp olmasın diye gelmişlerdi. Sanki ölüye nasıl ayıp olacaksa. Hayatı sex ve alkol üzerine kuruluydu. Ölümüne üzülen olmadı hatta babası içten içe sevinmişti bile. Ama bunu kimseye söyleyemedi...

25 Eylül 2011 Pazar

Şizofren


Nefes nefese ve kan ter içinde uyandı. Saat gece 03:00'dı. Daha yatalı yarım saat olmuştu ve kabuslar içinde uyanmıştı. Kalkıp banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadı,ardından kendine bir kahve yapmak için mutfağa gitti. Cezveye suyu doldurdu, ocağın üstüne koydu ve ocağı yaktı. Mutfaktaki sandalyenin üzerine oturup suyun kaynamasını bekledi.
-Rüyalarımda bile huzur vermeyeceksin değil mi bana? dedi kendi kendine ve bir sigara yaktı. Ayağa kalktı. Sigarası ağzında dolaptan bir bardak aldı. Fincanına bolca kahve ve biraz şeker koydu. Ocağın altını kapattı ve kaynayan suyu cezveden fincana doldurdu. Koyu ve sert bir kahve olmuştu. Kahvesini ve sigara paketini alıp balkona çıktı. Günlerdir uykusuzdu. En fazla bir saay uyuyabiliyor ve kabuslar içinde uyanıyordu. Uyumamak daha iyiydi onun için.
Kız arkadaşı yatakta onu bulamayınca balkona onun yanına çıktı.
-Yine mi kabus gördün?
-Her zamanki gibi.
-Bu sefer ki nasıldı?
-Aynısı yine. Bir trafik kazası geçiriyoruz. Sen tüm çabalara rağmen kurtulamıyorsun ben ise hayatta kalıyorum.
-Kabus işte. Bu kadar takma kafana.
-Çok gerçekçiydi ama. Ne zaman gözümü kapatsam bunu görüyorum.
Kız arkadaşı adamın arkasına geçti ve omuzlarını ovmaya başladı:
-Rahatla. Sadece rüya işte.
-Denerim.
Aynı anda tam karşılarındaki binadaki karı kocada uyuyamamış ve balkonda oturuyorlardı. Kırk-elli yaşlarındalardı. Yaşlı adam:
-Şu adam yine kendi kendine konuşmaya başladı. yaşlı kadın:
-Adam karısını kaybedince kafayı yedi iyice. Çok seviyormuş demek ki.
-Evet şizofren olacak kadar çok seviyormuş...

23 Eylül 2011 Cuma

Teşekkür


Benim için yine o sıkıcı günlerden biriydi. Evimde oturmuş boş boş internette dolaşıyor Facebook'ta takılıyordum. Birden İstanbul'da yaşayan bir arkadaşım bana "şanslı çocuk" diyerek sohbete girdi. Bana bir sürprizi olduğunu ama ertesi günün akşamına kadar sabretmem gerektiğini söyledi. Sabırsızlık içinde beklemekten başka bir çarem yoktu. Sadece oyalanacak birşeyler lazımdı. Bende ertesi gün İzmir'e yeni gelen bir arkadaşımla İzmir'i tanıtmak için buluştum. Akşama kadar onunla beraber dolandım ve akşam olup eve gittiğimde direkt bilgisayarımı açıp Facebook'a girdim. O arkadaşıma hemen sürprizin ne olduğunu sordum. Bana en çok tanışmak istediğim yazarla bir kafede oturup kahve içtiğin ve benim adıma o yazarın iki kitabını da imzalattığını söyledi. Çok mutlu olmuştum. Heyecan ve mutluluk gariptim yani. İlk defa birisi benim için birşeyler yapıyordu. Bu garip bir duyguydu daha önce yaşamamıştım çünkü.
Defalarca teşekkür ettim ona. Ama teşekkürler boşaydı sanki bu yaptığı şey için. İşte ogün verdiğim bir kararla İlk kitabımın ilk sayfasında teşekkür edecektim ona.
Aradan yıllar geçti. Ben o çok istediğim yazar Emrah Serbes'le tanışmıştım bile. İlk kitabım çok tutmuştu. üçüncü elli bin adedi basılıyordu. Verdiğim röportajlarda ise kitaptan çok ilk sayfada adı geçen kişiyi merak ediyordu gazeteciler. Gazetecilere o kişiyi şu şekilde anlatıyordum:
-Benim için kimsenin yapmayacağı birşey yapmıştı. Ona ne kadar teşekkür edersem edeyim hep az gelecekti benim için. Hayatımda en çok tanışmak istediğim yazardan imzalı iki kitabını almıştı bana. O benim adıma aldığı bu iki imzalı kitap hayatımı değiştirdi ve kendi kitabımı yazmaya teşvik etti. Kitapta adı geçen kişi ise şu anda Garanti Bankasında müdür. Gayet mutlu bir hayatı var. Aradığını buldu.
Kitabın ilk sayfasındaki o yazı ise:
"Benim için imzalattığı bu iki kitapla hayatımı değiştiren insana sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Teşekkürler Damla TİK."

17 Eylül 2011 Cumartesi

Son Veda...

 
 
Yine o sıkıntılı gecelerden biriydi. İçimde kötü şeyler olacağına dair bir his vardı. Genelde hislerime güvenen bir insan değilim ama o gün güvenmeye karar vermiştim nedense. İçimdeki kötü hissi yenebilmek için evimden çıkmadım günlerce. Devamlı film izledim ve yemek yedim. Ama olmadı. İçimdeki o kötü his bir türlü geçmedi.
En sonunda olan oldu. Telefonum çaldı ve arayan annemdi. Sesinde bir hüzün vardı. Tahmin ettiğim şey miydi acaba? Olmuş olabilir miydi ki bu?
-Oğlum. dedi içinde kalan son güçle. Öykü ölmüş. dedi.
-Ne saçmalıyorsun anne ya. Bende korktum bir an sesini öyle duyunca.
-Oğlum. Senin o sevdiğin kız Öykü diyorum. Ölmüş.
-Anne olur mu öyle şey ya. Yurt dışında o nasıl ölecek ki?
-Haberlerde gördüm. Uçak düşmüş Türkiye'ye gelen. Kurtulan olmamış. Ölenler arasında Öykü de var.
Telefon elimden düştü o anda. Zaman akmıyordu sanki durmuştu. Duvardaki saatin saniye ibresi ilerlemiyordu sanki. Beynimden vurulmuşa döndüm. Sevdiğim kız, evleneceğim o kız ölmüştü. Hemde feci bir uçak kazasında. Son Durak filmimi lan bu. Öyle ölüm mü olur. Kesin bir yanlışlık olmalıydı. Öykü'nün annesini aradım hemen. Telefonu ağlayarak açtı. Konuşamadım. Demek ki doğruydu.
Cenazeye kadar geçen zaman konusunda hiç bir fikrim yok. O arada ne oldu? Nasıl geldim cenazeye? Kıyafetlerimi nasıl değiştim? Hiçbir fikrim yoktu. Ön safta cenaze namazını kılıyorduk. O an ölmüş olmayı ne kadar çok isterdim. O tabutun içinde Öykü değilde ben olmayı ne kadar çok isterdim. O anki duygularımı kimseye anlatamam. Annesi devamlı ağlıyordu Öykü'nün. Babası ise devamlı eşinin yanında onu avutuyordu. Annem ağlıyordu ama sessizce. Ben ağlamıyordum hiç. Mezarın içine girdim ve Öykü'nün kefene sarılı cesetini verdiler bana. Dayanamadım. Son bir kez sarıldım ona. Öykü'nün ceseti kucağımda ben ise mezarın içine çökmüştüm adeta. Bağırmaya başladım sonra. Kendimi kaybetmiştim.
-Örtün üstümüzü. Öykü soğuğa alışık değil çabuk hastalanır o. Onun yanında kalayım bende. Bir başına karanlıkta kalamaz korkar o. Beni de onunla beraber gömün yalvarırım size. Çıkartmayın beni burdan. Ya beni de onunla gömün yada onu da gömmeyin.
Beni ordan çıkartmaya çalışıyorlardı. Metin ol ölenle ölünmez diyorlardı. Hepsi zırvalıyordu işte. İmam ölüye işkence çektirme oğlum diyordu. Peki ya benim çektiğim işkence ne olacaktı. Bunu düşünen var mıydı?
Zor da olsa toparlamıştım kendimi. Onun üstüne her toprak attıklarında benden de bir parça atıyorlardı oraya sanki. Onlar toprak attıkça bende ölüyordum resmen.
Cenaze bitti. Herkes dağıldı. Ben gidemedim kaldım orda öylece. Ona aldığım yüzüğü çıkarttım cebimden. Yurt dışından gelince ona evlenme teklif edecektim. Çok mutlu olacaktık. Ama o bırakıp gitmişti beni. Hiç arkasına bile bakmamıştı öylece gitmişti. Bu nasıl adaletti böyle. Niye ben hala yaşıyordum. Niye toprağın altındaki ben değilde oydu. Mezarına yaklaştım iyice. Oturdum başucuna. Onunla konuşmaya başladım.
-Neden gittin sevgilim? Hani hep beraber olacaktık, hani biz beraber ölecektik. Ben ölmedim ben yaşıyorum. Sen neden gittin ki? Zamanlamayı mı ayarlayamadın? Zaten zaman konusunda hep sıkıntın olmuştu. Hatırlıyor musun bizim Kerem'in düğünü vardı saat 20:00'deydi. Senin süslenmen uzadığı için 20:00'deki düğüne 21:30'da gitmiştik. İşte ben o zaman karar vermiştim seninle evlenmeye. Beni bekleyeceğini düşünmüştüm. Ama yanılttın beni. Merak etme ben fazla bekletmem ama seni. Bugün yarın çıkar gelirim yanına...
Son kez konuştum onunla. Ondan sonra sadece mezarına gittim. Aylarca,yıllarca... Aradan on beş yıl geçmişti ve ben hala onun yanına gidememiştim. İlk defa bu kadar uzun bekletmiştim onu. İlk ve son kez...

13 Eylül 2011 Salı

İlk Ölüm



İlk defa ölümü hissettiğimde 15 yaşındaydım. En yakın arkadaşım intihar etmişti. Adı Ömer'di. Şubat ayıydı ve cenazesinde bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Sanki gökyüzü üzülmüştü Ömer'in gidişine ve boşaltıyordu içini bu şekilde rahatlıyordu. Çocukluğumuz aynı semtte geçmişti. Mahalle maçlarının vazgeçilmez ikilisiydik. Ömer sağ kanata ben sol kanata geçtik mi kimse durduramazdı bizi. Bir keresinde karşı takımın oyuncusu bacağıma bir tekme atmış ve bacağımı kırmıştı. O can acısıyla hatırladığım tek şey Ömer'in bana vuran çocuğu altına alıp yumruklayışıydı. Haftalarca ayağım alçıda kalmıştı. Top falan oynayamadım bir daha. Ben oynayamıyorum diye Ömer de bir daha hiç top oynamadı.
Aynı ilkokula gittik ve hep aynı sınıftaydık. 6. sınıfta sınıflarımızı değiştirdiler ve ilk defa o zaman ayrıldık. Ömer bunu kabul etmedi ve gidip müdüre:
-Ya beni de kankamla aynı sınıfa koyarsın yada okulu bırakırım. demişti.
Müdür bir şekilde ikna olmuştu ve Ömer'i bizim sınıfa yolladılar. Bir gün aşık oldum. Sınıftan bir kızdı. Sarışındı ve yeşil gözleri vardı. Kim görse aşık olurdu o kadar güzeldi. Adı Gamze'ydi. Ömer'e anlattım durumu.
-Aşık oldum ben Gamze'ye.dedim.
-Hadi hayırlısı kanka. dedi oda bana.
7. sınıfta Gamze'ye açıldım ona onu sevdiğimi söyledim. Oda bana karşı boş olmadığını söyledi ve sevgili olduk. Nisan ayıydı. Beni açılmam için Ömer cesaretlendirmişti. O gazla gitmiş ve kızı almıştım. Gamze'yle sevgili olunca Ömer'le eskisi gibi takılmadık. Anca akşamları bir saat kapı önünde konuşuyorduk. Onun dışında devamlı Gamze'yle birlikteydim ve mutluydum. İlkokulu bitirince yine bizim semtte olan Bayraklı Lisesine gittik. Ben,Gamze ve Ömer yine beraberdik. Artık Ömer'le hiç görüşmüyordum nerdeyse. Sabah akşam Gamze'yle beraberdim. Ömer'i hep üzgün görüyordum ama bir türlü gidip konuşamıyordum. Nedense hep birşeyler çıkıyordu.
İntihar ettiği gecenin gündüzü okuldaydık yine. Yanıma geldi.
-Kanka. dedi.
-Söyle kanka. dedim.
-Bunu al. diyerek elime bir kağıt verdi. Bunu al ve akşam oku. Ama akşama kadar bekle kanka. Bu çok önemli. dedi.
-Hayırdır kanka bir durum mu var? dedim.
-Yok birşey. dedi ve gitti.
Okuldan sonra yine Gamze'yle beraber dolandık, sahile gittik. Her zaman ki şeylerdi işte. Sonra eve gittim akşam üstü. Gece geç saatte geldi aklıma Ömer'in verdiği o kağıt. Açtım ve okumaya başladım:
     "Bu şekilde olmasını hiç istemezdim kanka. Gamze'yi gerçekten sevdiğini biliyordum. Ogün gelip Gamze'den hoşlanıyorum demeseydin ben sana aynı şeyi söyleyecektim. Ama sen benden önce davrandın. Bana da bunu kabullenmek düştü. Delikanlı adamız sonuçta. Kankamızın sevdiği kıza sulanmayız sulananı da affetmeyiz. Ama olmadı kanka. Ben sizi devamlı o şekilde görünce dayanamıyordum. Sol yanım diyorlar ya işte oram çok acıyordu be geceleri. Sonra uzaklaştın iyice bende. Senin benden uzaklaşman mıydı yoksa hala Gamze'ye karşı boş olmamam mı bunu yapmamın nedeni bilmiyorum. Belki her ikisi de. Ama yapamıyordum kanka. Zaten dünya benim için bir tuvalet deliğinden farksızdı bide sen gidince iyice yalnız kaldım. Üstelik birde benim sevdiğim kızla gidince yaşamanın bir anlamı kalmadı ki. Kanka biliyorum şimdi bana çok kızacaksın. Bunu yaptığım için beni affetmeyeceksin belki de. Ama yapamıyorum kanka. Seni Gamze'yle görmeye dayanamıyorum ve bu yüzden kendimden utanıyorum. Bu utançla senin yüzüne bakamam daha fazla. Lütfen bana fazla kızma. Gamze'ye de iyi bak kanka. Sakın ben gittim diye kızı terk etme onu suçlama. Onun bir suçu yok çünkü. Benim varlığımdan bile habersiz kız. Affet kanka beni. Sen benim en kral arkadaşımdın ama ben buna layık olamadım. Hoşçakal. Umarım Gamze'yle sonsuza dek mutlu olursun."
Yazı biter bitmez Ömer'in evine koştum. Evinin önünde ambulans vardı. Herkes ne olduğunu merak etmiş evin önüne toplanmışlardı. Kalabalığı açtım ve eve girdim. Ömer'in annesi Nazife teyze ağlıyordu. Babası Hakan amca ise bir köşeye çökmüş acı içinde sigara içiyordu. Ne oldu diye soramadım ikisine de. Gelen sağlık görevlilerine sordum. Ömer o gece bileklerini jiletle kesip intihar etmişti. Evdekilere ise "Beni affedin" yazan bir not bırakmıştı sadece. Ölmüştü Ömer. Artık yoktu.
Cenazesine fazla katılan olmamıştı. Akrabalarıydı hep gelenler. Birde ben ve Gamze. Gamze çok ağlıyordu. Neden o kadar ağladığını sormadım. Çokta önemi yoktu zaten. Ömer gittikten sonra hiç birşeyin önemi yoktu. sırılsıklam olmuştum ama içimde bir yangın vardı sanki. Pişmandım verdiği kağıdı o an okumadığım için. zamanı geriye almak istiyordum ama beceremiyordum. Beni de al o zaman diye yalvardım Tanrı'ya ama olmadı. İntihar edecek kadar da cesur değildim zaten.
Ertesi gün zar zor okula gittim. Baktım Gamze gelmemişti. Ömer'in oturduğu sıranın üstüne çiçekler koymuşlardı ve Ömer'in kocaman bir resmini. İlk dersi Tarih hocası geldi ve Ömer'in ölümüyle ilgili birşeyler zırvalayıp gitti. Üçüncü derse kadar dayanabildim o manzaraya. Fizik hocası gelip Ömer hakkında birşeyler söylemeye kalkınca dayanamadım ve ayağa kalktım:
-Hepiniz sahtekarsınız be. dedim. Kaçınız tanıyordu lan Ömer'i. Oturduğu sırayı gösterdim. Bu ne lan böyle. İbne miydi oğlum Ömer masasına çiçek koymuşsunuz. Sevmezdi o böyle şeyleri. Konuşma sende hoca. Tanıyor muydun sanki Ömer'i. Seninle Ömer'in notu düşük yükseltin diye konuşmaya geldiğimde bir saat Ömer'in kim olduğunu hatırlayın diye anlattım size. Ömer'i ne kadar tanıyorsunuz da onun hakkında atıp tutuyorsunuz ki? Hepinizin canı cehenneme.
Diyerek terk ettim sınıfı. Aylarca sakal traşı olamadım. Elime traş bıçağını alamadım. Her seferinde Ömer'i hatırladım. Gamze'yle bırakmadık birbirimizi. Ona karşı hiç birşey hissetmiyordum. Sadece Ömer istedi diye beraberdim...

3 Eylül 2011 Cumartesi

Başlıksız...




Üniversitenin ilk yılıydı ayrıldığımız da. Okulların açılmasına daha bir hafta vardı. Anlaşmalı ayrılmıştık tıpkı anlaşmalı boşanma gibi olmuştu. O beni bende onu seviyordum hala. Ama yapamıyorduk. Devamlı kavga, devamlı bir acı. En iyisinin bu olacağına karar verdik. Halen daha o kararı aldığımız güne lanet ediyorum. O Bilgisayar Mühendisliğini ben ise İktisatı kazanmıştım. O İstanbul'da ben ise Ankara'da okuyacaktım.
Okullar açıldıktan bir hafta sonra mesaj attı bana "özledim seni" yazıyordu. Konuştuk o gece uzunca. Mesajlaştık daha doğrusu. Okuluna alışmaya başlamış çevre edinmişti bile. Ben ise yalnızdım. Tek başıma eve çıkmış okuldan eve evden okula gidip geliyor geceleri ise alkolün dibine vuruyordum. O ise toparlamıştı kendini. Ses tonu konuşması gayet iyiydi.
İlk yıl hep bu şekilde devam etti. Her ay arardı özledim diye. Sonra birden aramalar kesildi. Ortak bir arkadaşımız haber verdi yeni bir sevgilisi olduğunu. O an resmen yıkılmıştım. Ağustos ayıydı. Deli bir sıcak vardı ama ben resmen donuyordum. Alkole kaldığım yerden başladım yine. Günde iki paket sigara içiyordum, içtiğim biranın ise haddi hesabı yoktu. En nihayetinde ikinci yılın yarı döneminde okulu da bıraktım. Onun sesini duymadan geçirdiğim altıncı aydı. Altı aydır ne bir mesaj ne bir çağrı hiç birşey yoktu ona ait.
Aradan yıllar yıllar geçti. Ortak arkadaşımız sayesinde yine okulu dereceyle bitirdiğini öğrendim. Erkek arkadaşıyla nişanlandığını ve çocuğun askerliğini bitince evleneceklerini öğrendim. Bünyem artık alkole alışmıştı sarhoş olamıyordum. Onun için alkole dönmedim bu sefer. Ben askerliğimi yapıp gelmiştim. Yaşım yirmi ikiydi. Saçlarım dökülmüş kafamın tepesi kel kalmıştı. Bir cast ajansında çalışıyordum. Arasıra figüran olarak dizilere giriyor onun dışında da yiycek içecek tanıtımı yapıyordum. Sefil bir durumdaydım yani.
Yirmi beş yaşına gelmiştim. Yine aynı cast ajansında çalışıyordum. Bir düğün için garsona ihtiyaç olunduğunu söylediler. Ben gittim. Zengin birisinin düğünüydü. Çok fazla şatafat vardı çünkü. Gelin ve damat çağırıldı. İçeriye o girdi. Halen aşık olduğum eski sevgilimin düğününde garsonluk yapıyordum. O an zaman durdu sanki benim için. Bir yıldız kaysa o ansekiz gün sürerdi gözden kaybolması. Beni o halde görmesini istemedim arkamı döndüm onu görünce. Çok mutlu görünüyordu, hiç değişmemiş halen daha çok güzeldi. Hep sade bir düğün hayal ederdik. O böyle olmasını isterdi çünkü. Sanırım yıllar hayallerini değiştirmişti. Beni görmemesi için olağan bir çaba sarf ediyordum. Ta ki damat beni nikah masasına çağırana kadar. Gitmemeyi düşündüm ama ne kadar kaçabilirdim ki. Masaya gittiğimde beni gördü. Duraksadı bir an. "Buyurun efendim" dedim. "Bize içecek bişeyler getir. Dilimiz damağımız kurudu burda" dedi damat. Hemen arkasından o söze girdi ve "Bana meyve suyu getir. Vişneli olsun" dedi. O an ölseydim Tanrı'nın bile itiraz edeceğini düşünmüyordum. Böyle bir aşağılanma olamazdı. Kıyafetleri çıkarttım ve düğünü terk ettim. Sahile gittim. Eskiden olduğu gibi yeniden içmeye...

1 Eylül 2011 Perşembe

Hüseyin Abi'nin Barı



Üniversitenin ilk yıllarında bir barda takılırdım. Hüseyin abi diye biri işletirdi mekanı. Ufak bir yerdi fazla geleni gideni yoktu. O bar benim için ev gibiydi. İlk başlarda her akşam gidip kapanana kadar dururdum, daha sonra Hüseyin abiye barı kapatmasında yardım etmeye başladım, sonra bir baktım barman olmışum. Karışıktı biraz nasıl olduğunu şu anda bile farkında değilim. Gelen herkesi tanır olmuştum artık. Yabancılarda hemen fark ediliyordu zaten. Hüseyin abinin barında bir aile gibiydik. Devamlı gülüp eğlenirdik. Mutluyduk burda.
Birgün o geldi. Saat 10 a geliyordu. Bir bira istedi benden. Hemen verdim birasını. Masaya değil bara oturdu. Hiç konuşmadı. Gözlerin de anlam veremediğim bir hüzün vardı. İkinci birasını istedi. Onu da içti ve kalktı. Çok güzeldi. Koyu siyah renkteydi saçları, gözleri elaydı, yirmili yaşlardaydı, ufaktı elleri. Aşık olmuştum sanırım. Yada öyle sanıyordum. Ertesi günde aynı saatte geldi ve sonraki günlerde. Karar vermiştim artık konuşacaktım onunla. O akşam yine geldi. "Bir bira" dedi. Gözlerinde hala anlam veremediğim o hüzünlü ifade vardı. "Hiç konuşmaz mısın?" diye sordum. Sanırım oda bunu bekliyormuş. Anlatmaya başladı. Uzun uzun anlattı. O kadar uzun anlattı ki beşinci birasını içiyordu.
Annesini ogün kaybetmiş yani buraya geldiği ilk gece. 43 yaşında ani bir kalp kriziyle nakavt. Burda İzmir'de okuyormuş. Ege Üniversitesinde. Annesini kaybettiğinden beri okula hiç uğramamış üstelik vize haftasıymış. Günlerdir anlatacak birilerini arıyormuş. Benim sormamda vesile olmuş. İntihar etmeyi düşünmüş. Ama burda bizi yakın görünce şakalaşmalar eğlenmeler falan ona umut olmuş. Böylece yaşamaya karar vermiş. Annesini anlattı uzun uzun. Küçükken ona okuduğu masalları, Onu parka götürdüğü günleri. Tabi yaşı ilerledikçe uzaklaşmış annesinden. Onunla daha az zaman geçirir olmuş, devamlı kavga etmeye başlamış. Gözleri dolmuştu anlatırken. Bir peçete uzattım ona. İnsan sevdiği insanı kaybetmeden anlamıyor onun değerini. Bunun durumda öyleydi.
O gece geç saatte gitti eve. Hatta kafası iyi olduğu için evine kadar ben bırakmıştım. Tek başına yaşıyordu. İçeri davet etmedi. Etmesini de istemezdim zaten. Derdini anlattığı her erkekle ilişkiye giren sıradan bir kız olurdu o an da gözümde. O geceden sonra bir daha bara hiç gelmedi. Çok bekledim gelmesini ama gelmedi. Hüseyin abi ve bizimkilerin dalga konusu bile oldum hatta. "O kadar ümit ver bu çocuğa sonrada çek git. Ayıp ayıp" diye kınadılar hatta onu.
İki yıl kadar sonra Küçükpark'ta bir kafede nargile içerken gördüm onu. Tek başınaydı yine. Bir an yanına gidecek oldum sonra vazgeçtim. Yalnızlık böyle birşey işte. Derdini anlatacak birini bulup ona içini dökersin sonra yalnızlığa devam edersin.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Kızım...

Yıllar yıllar sonra bir çocuk parkında karşılaşmıştım onunla. Oda bende çocuklarımızı getirmiştik buraya. Benim ilk gelişimdi o ise devamlı getirirmiş oğlunu.
Eski sevgilimdi o benim. Çok çok eski hemde. Ayrılmıştık bir sebepten. Ama çok ağlamıştık ikimizde ayrılırken. Çünkü hala seviyorduk birbirimizi. Ben yıllarca ağlamıştım onun ardından. Yıllarca dinmemişti gözyaşım. Hayatım alt üst olmuştu. Kaç sefer ölmeyi denediğimi bile hatırlamıyorum. Ama beceremedim. Annem bu durumuma üzülüp bana bir eş buldu. Evlenince herşeyin düzeleceğine inanıyordu. Evlendim. Ama hiç birşey düzelmedi. Bir tane kızım oldu. Ona onun ismini verdim. Sanki kızıma her seslendiğimde bana o cevap veriyordu. Sanki her seferinde o minicik kollarıyla o bana sarılıyordu.
Aynı banka oturduk. O:
-Çok uzun zaman oldu.
-Evet hemde çok. Ama hiç değişmemişsin.
Yüzünde hafif bir tebessüm oluştu.
-Teşekkür ederim. Sende hiç değişmemişsin.
-Oğlun çok tatlıymış. Kaç yaşında?
-Beş yaşına girecek. Peki ya senin kızın?
-Aynı oda.
Aniden bir sessizlik kapladı ortalığı. Bu sorular benim canımı yakmıştı. Sessizliğe bakılırsa onunda canı yanıyordu. Oysa hayal ettiğimiz şey bu değildi. İki yabancı gibi bir banka oturup çocuklarımızın yaşlarını sormayacaktık birbirimize. Kendi çocuklarımız olacaktı. Beraber büyütecektik onları. Biri kız biri erkek olacaktı. Ama olmadı. Farklı kişilerle evlenip farklı hayatlar yaşadık.
-Kızının ismi ne? diye sordu aniden. Nasıl derdim ki senin adını koydum ona. Ama söyledim:
-Adı Gülay. yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Bunu hiç beklemiyordu. Peki ya senin oğlunun adı ne? diye sordum bende. Ya oda unutamamış ve benim adımı koymuşsa çocuğuna. Mümkün müydü ki böyle birşey.
-Ufuk. Ufuk koyduk adını. Eşim bu ismi çok seviyormuş.
"Eşim" deyince sol yanımdan koca bir parça söktüler sanki. Tarifi yok bu acının. Zaten çocuğuna benim ismimi koymasını beklemiyordum ama bu şekilde bir cevap vereceğini de hiç beklemiyordum. Yıkılmıştım resmen. Kızıma seslenip eve gitmek için ayağa kalktım ama o bileğimden tutarak buna engel oldu.
-Biraz daha kal lütfen. dedi.
Yavaşça oturdum yanına. Gözlerimizin içine bakıyorduk ama hiç konuşmuyorduk. Oğlu geldi yanına ve bu adam kim diye sordu. Annesini kıskanmıştı benden. Kızımda beni kıskanmış olacak ki oda yanıma gelip bu kadın kim diye sordu.
-Kalksam daha iyi olur. dedim ve kızımı kucağıma alarak sesli bir şekilde ona "Seni Seviyorum Gülay" dedim. Kızım "Bende seni babacım" dedi. Ama Gülay hiç bişey demedi. Arkama bile bakmadan gittim ordan ve bir daha asla uğrayamadım o parka...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Yalnızlık





-Tek tek gidiyor herkes be abi.
-Farkındayım. Gidenlere engel olamıyorum yada engel olmaya çalışmıyorum. Gitmek isteyen gidiyor. Yapacak bişeyim yok.
-Neden engel olmuyorsun ki? Durdurmayı dene bir kere de.
-Gitmek isteyen birini durdurabilirsin. Beden olarak senin yanında kalır fakat aklı hep gitmededir. Hep gitmek ister. Senin yanındayken acı çekiyormuş gibi hisseder. Huzursuz olur yanında. Bunu bir kere yaptım bir kere engel oldum ve bunlar oldu. Bu şekilde olacağına hiç olmaması hiç yanımda kalmaması gitmesi daha iyi.
-Bu çok anlamsız be abi.
-Anlamı olan birşeyler göster bana. Herşey anlamsız. Herşey saçma.
-Kalsalar ne olur ki? Neden gitmek zorundalar her seferinde?
-Bazen ne yaparsan yap olmuyor. Gitmek yada kalmak onların seçimi.
-Yalnız kalınca ölür mü insan?
-Kafayı yer belki. Belki yalnızlıktan zevk alır ve çevresinde kalanları da terk eder. Yalnızlık her zaman için kötü değildir.
-Emin misin?
-Değilim.

Dedi ve kalktı aynanın karşısından. Kapısını açtı dışarı çıktı. Kaybolmak istiyordu. İstediği olmuştu aslında zaten kaybolmuştu kendi içinde...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

ölün...


Ölüme sıcak bakan birisi hayata her zaman soğuk davranır. Bu soğukluğu yaratan kişinin kendisidir. Kişi bilmez bunu yada bilmek istemez . Tek bildiği ölümün herşeyi düzelteceğidir. Oysa herşeyi boka sarmaktan başka bir işe yaramaz ölüm dedikleri.
2 yıl önce bir kızla tanışmıştım. Şu malum sosyal arkadaşlık sitesi facebooktan. Kız kanser hastasıydı. Bunu bilmiyordum. Teyzemle arkadaş olmuşlar teyzemin yiğeni olduğunu (yani beni) öğrenince eklemek istemişti. Hiç bir sakınca görmemiştim bunda ve ekledi. Konuştuk. Havadan, sudan, ordan, burdan. Benden 2 yaş küçüktü. Dediğim gibi kanser olduğunu bilmiyordum. Bilseydim daha sıcak davranabilirdim ona.Ama öyle olmadı. Başımdan savmak için kısa kısa cevaplar verdim. Geçen yıl kaçılmaz sonla ölümle yüzleşti ve gitti. Üzülmüştüm öldüğü için. Sanırım pişmanlıkta vardı. İnsan böyle zamanlarda anlıyor ölümün acımasızlığını ve zamansız geldiğini her zaman.
O kıza asla veda etme şansım olmadı ve iyi davranma şansım da olmadı. Ne lanet beceriksiz biriyim. Hayatıma bir anlam katabilirdi o kız. Bana yaşamanın güzelliklerini anlatabilirdi. Eğer dinleseydim tabi. Belki de o kız benim için bir şanstı kendimi değiştirmem için. Ama ben bunu elimin tersiyle geri çevirdim.
Ölümüne üzülmüştüm ama en çok üzülen ona aşık olan kuzeniydi. Çocuk hala onun profil sayfasında ona şiirler yazıyor, şarkılar paylaşıyor. Asıl acı olan ise öldüğünden beri sayıyor. Bu hayatta onsuz geçen günleri sayıyor. 281,282,283,......
Şimdi ölüme sıcak bakan lanet olasıca sen insan. Ölümü tanımadığı onca insanı bile üzen bu kızın yerine ölüp cehennem azabını çekmesi gereken sensin. O kızın kuzeni bunları yaşamayı haketmiyordu ama sen işkencelerin en büyüğüne layıksın çünkü senin yerine o kız öldü. Ve senin yerine halen daha binlerce insan ölmekte. Geberip herkesi bundan kurtarabilirsin. Hayatın çemberinden geçtiğini zanneden 16 yaşındaki ergen denyo sende ölmeyi hakediyorsun. Ölmek istiyorsanız ölün. Size kimse engel olmuyor. Ölmek istersen ölürsün bunu her dakka dile getirmezsin. Ama lütfen ilaç içerek intihar etmeyin o zaman kurtuluyorsunuz ve aileniz size gerçekten üzülüyor ve gerçekten kötü bir olay yaşadığınızı zannediyor. Oysa siz ilaç içerken zaten kurtulacağınızı ve bütün herkesin sizinle ilgileneceğini biliyorsunuz. Şevkat budalası gerizekalı insanlarsınız ve bu dünyada boşuna yer kaplıyorsunuz. Kafanıza sıkmakta özgürsünüz engel olan yok. O kızın yerine siz olmalıydınız kanser ve siz ölmeliydiniz.
Peki ya sen ölen kız. Hiç nefret ettin mi benden?

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Kaybedenler Kulübü


İlk defa 10 yaşındayken adını halen hatırlamadığım bir türk filminde görmüştüm iyi olan adamın öldüğünü ve filmin sonunda kötülerin kazandığını. O an anlamıştım aslında iyiler her zaman kazanamazdı. Hatta iyiler çoğu zaman kazanamazdı. İyi olmak birşeyi değiştirmezdi çünkü kazanmak lazımdı ara sıra. Ben o filmi izleyip kötülerin kazanıp iyilerin kaybettiğini gördüğüm andan beri kazandığımı hiç düşünmedim. En son zaferim lise 2. sınıfta aldığım onur belgesiydi. Zaferlere alışık olmadığım için çoğu zaman kazandığımı bile fark etmeden kazandıklarımı elimden aldılar. Gerçi zaferlerimi elimde tutmak için herhangi birşey yaptığım da söylenemezdi. Kaybetmeye alışınca böyle oluyor sanırım. İsteklerin hep istek olarak kalması acı birşeydi. Ama olsun acıyada alışmıştım sonuçta.
Kayıplarım hep insanlar olmuştu. Belki gerçekten ölmemişlerdi ama benim için ölü gibilerdi. İlk başta arkadaşlarım terk etmişti. Daha sonra sevgililerim. Bu şekilde devam etti. Engel olamadım engel olmaya da çalışmadım açıkçası. Beceriksizdim çünkü bu konuda da.
Beni ölümüne seven kızı bile kendimden uzaklaştırmayı becermiştim. Deliler gibi seviyordum oysa onu. Bir ilişkiyi yürütemeyeceğimi düşündüğüm için onu kendimden uzaklaştırdım. Severek ayrılmak dedikleri bizimkiydi herhalde. Ayrılırken ikimizde ağlıyorduk çünkü. Ama gözyaşları boşaydı. Ve çok zaman geçmeden 3 hafta sonra onu bir başkasıyla görünce insanların iki yüzlü olduğunu daha çabuk kavradım ve uzaklaştım onlardan. Hepsi sahte ve yalancıydı çünkü. Hepsi çıkar peşindeydi. O kızın da bir çıkarı vardı. Benimle tanıştığında zor bir dönemden geçiyordu ve sığınacak bir limana ihtiyacı vardı. O limanda ben olmuştum onun için. Ha bu arada o çocukla görüşmeye başladığında daha berabermişiz. Bunu sonradan öğrendim. Biz ayrılınca bulmamış yani zaten varmış.
Ve ilk defa kaybetmekten zevk almıştım o zaman. Belki de kazanmıştım ne bileyim. "Kaybedenler Kulübü"nde de söylendiği gibi: En büyük zaferi kazandığında bir Antonyus olduğunu Paris'e geldiğini ve o takın altında durduğunu düşün. Yalnız kaldığın o anda "Ne oldu be? Şimdi ne olacak?" diyorsan kaybedensin sen. O anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin.
İşte benim durumumda oydu biraz. Kazandığım zaferleri anlatacağım kimse yoktu ki. Her zaferden sonra yalnızdım. Bir süre sonra zaferler farkedilmez oldu o yüzden. Kazandığımı fark edemiyordum. Birgün yalnızlıktan öleceğimi düşünmüyorum ama cesedim haftalar sonra bulunacak ona biliyorum. Arayıp soranım olmadığı için. Aslında bunu da 6. sınıfa giderken türkçe kitabındaki bir hikayede yazıyordu. Amerika'da yaşayan bir yazar ölüyor ve 3 ay sonra arkadaşı evine geliyordu. Çünkü kendisinden aylardır haber alamıyordu. Bir çilingire kapıyı açtırtıp içeri giriyor ve çürümeye yüz tutmuş ceseti görüyordu. Arkadaşının evde ayağı kayıyor ve kafasını masanın ucuna çarparak beyin kanamasından ölüyordu.
O yazıyı ilk okuduğumdan beri benim cesedimi de bu şekilde bulacaklarını düşünürdüm. Ama asıl saçma olan 12 yaşındaki çocuklara böyle bir yazı okutmakmış. Düşüncem halen daha aynı cesedimi o şekilde bulacaklar buna da eminim hatta. O günü iple çekiyorum...

2 Ağustos 2011 Salı

Mutluluk Veya Mutsuzluk

-Neden? Neden yalnız olmak zorundasın? Neden acı çekmek zorundasın?

-Acı seni dinç tutar. Mutluluk dediğin şey asla sonsuza dek sürmez. diyorum.

-Bu çok saçma. Hiç birşey sonsuza dek sürmez. Yalnızlık kaderin olamaz.

-Yalnızlık ömür boyu sürebilir.

-Bunu değiştirmek senin elinde.

-Değiştirmek isteyen kim ki? Böyle mutluyum. Yalnızken daha iyiyim. Yalnız acı çekiyor, yalnız ölüyorum. Mükemmel eş yada yılın babası olmamanı kimse umursamıyor.

-Yanlış düşünüyorsun.

-Bunlar benim doğrularım.

-Doğru bildiklerin yanlış. Bu yanlışları düzeltmek istemiyor musun?

-Hayır istemiyorum.

-Seni seven insanları kendinden uzaklaştırıyorsun. Hayatında elle tutulur ne var söyle bana. Tanıdığın herkes hayatına mutlu bir şekilde devam ederken senin elinde hiç birşey yok. Hiç birşeyin yok şunu kabullen artık. Yalnızsın ve yalnız öleceksin.

Diyerek kalktı masadan ve arkasına bile bakmadan gitti. Yine bir başıma kalmıştım. Belkide yalnızken mutluydum ben. Neden bu şekilde düşünmüyordu insanlar. Sadece yargılamak istiyorlar. Yoksa yalnız olmam kimsenin umurunda değil. İnsanlar sadece eleştirmeyi seviyorlar. Karşısındaki kişinin mutlu olmaması değil olay. Sadece eleştirmek istiyorlar. Herkesi kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Asıl mutsuz olan onlar sanırım. Aslında sanmıyorum bundan eminim.
İnsanlardan uzak olmak en iyisi. Çünkü onlara ne kadar yaklaşırsan canın o kadar yanar ve canın yandıkça daha çok üzülürsün. Üzülmek istememem mi insanların zoruna giden anlamıyorum.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Donkey Hero


Kerem için sıradan bir gündü. Her zamanki gibi arkadaşlarıyla uzun eşşek oynayarak vakit geçiriyordu. 16 yaşındaydı. Okulla birlikte geziye gideceklerdi. Hayvanların doğal yaşam alanlarına bakmak için. Gezi başlamıştı ve Kerem'in dikkatini bir eşşek çekti. Eşşeğin yanına gidip onu uzun uzun inceledi. Daha sonra eşşeğin arkasına geçerek hayvanın kuyruğuyla oynamaya başladı. Hayvan sıkılmış ve kızmıştı dayanamayarak Kerem e arka ayaklarıyla çifte atarak "eşşek tepti" terimini Kerem'in üzerinde gerçekleştirdi. Kerem 1 aylık komanın ardında kendine gelmişti. Gözlerini hastanede açtı.
Bu olayın ona verilmiş bir işaret olduğunu düşünüyordu.

-Bu eşşek beni boşuna tepmiş olamaz. Bunun altında kesin birşeyler var. diye düşünmeye başladı.

O anda aklına spider-man geldi. Onuda bir örümcek ısırdıktan sonra süper kahraman oluyordu. Batman ise yarasa saldırısından sonra bat-man olmuştu. "Peki ya bende niçin böyle olmasın" diye düşündü. Hemen kendine bir süper kahraman ismi bulmalıydı. 2 hafta düşündükten sonra kendisine DONKEY HERO ismini seçti. Bu artık onun süper kahraman ismiydi. Süper kahramanların birde kostümü olmalıydı. Kendine bir kostüm tasarladı ve mahalle terzisine gitti. Terziye bu tasarımları gösterince:

-Kerem sen mal mısın olm?

-Niye abi işte on numara kıyafet.

-Olm tayt var la bunda ibne misin sen?

-Abi ne alakası var ya. Sen yap şunu sadece.

-Olm şimdi benim senden vücut ölçülerini falan almam gerekiyor ama sana değince böyle içinde bişeyler kıpraşmasın. Erkek dokunuyor bana düşüncesiyle.

-Abi saçmalama ya. Gel ölçü mü alıyon ne alıyorsan al ya.

-Bak herhangi bir hareketlenmede valla çok pis yaparım ha.

-Tamam abi ama hadi yap şu işi artık ya.

Kostüm işi de tamamdı. Artık kendisini tanıtması gerekiyordu. Halkın onu tanıması lazımdı. Süper kahraman kıyafetlerini giydi ve hemen kendi fotoğrafını çekip bir facebook hesabı açtı.

Sıra göreve gelmişti. Bir süper kahramana yakışır bir görev olmalıydı. Kıyafetlerini giyip sokağa çıktı. Görenler deli zannedip pek aldırış etmediler. Ama olsun süper kahraman olmak kolay birşey değildi ve Kerem bunu biliyordu. Yürümeye devam etti kendisine göre bir iş mutlaka olmalıydı. Bir ara sokaktan geçerken bir kadının çığlığını duydu. Hemen o karanlık ara sokağa girip kadını kurtarmalıydı. Ara sokağa girdi. Bir adam kadına bıçağını doğrultmuş ondan tüm parasını istiyordu. Donkey Hero hemen müdahele etti:

-Hey sen?

-Sende kimsin lan. Bu hal ne böyle karı gibi tayt giymişsin.

-Ben Donkey Hero. Kötülerin düşmanı iyilerin dostu genç kızların düşlediği süper kahramanım.

-Senden olsa olsa palyaço olur.

-Seni sadece bir defa uyarıcam. Şimdi kızı rahat bırakırsan seni bağışlarım.

-Ne diyon la sen dingil. Gel buraya neler yapabiliyorsun görelim.

Donkey Hero korkusuz bir şekilde hırsızın üstüne yürüyordu. Hırsız ani bir hareketle bıçağını bizim süper kahramana sapladı. Onu oracıkta 15 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Ertesi gün gazetelerin üçüncü sayfalarında Donkey Hero yer alıyordu.
"Eşcinsel genç fantazi kurbanı." Artık şöhrette olmuştu. Gerçi o bu şekilde olsun istememişti ama olsun. Sonuçta artık tüm ülke onu tanıyordu...

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Daha İyisine Layıksın...


Büyük bir kavga etmiştik ogün kız arkadaşımla. Ayrılmak istedi. Sanırım o anki sinirimle "asla mutlu olamayacaksın" dedim ona. "Hayatına yeni birileri girecek ama sen mutluluğu kendine yakıştıramadığın için mutlu olamayacaksın" dedim. Bunları söylerken gerçekten ciddi değildim. Sadece gitmesi istiyordum. Giderken benden nefret etmesini ve beni hatırlamamasını istiyordum çünkü. Onun mutluluğunu benden daha çok isteyecek hiç kimse olamazdı.
Ogün ayrıldık. Hayatına yeni birisinin girdiğini öğrenmiş yıkılmıştım. Herşeyi unutana kadar içiyordum. Sadece içiyordum. Bu eylemin hafızamı sileceğini düşünüyordum. Ve hiç ummadığım bir akşam telefonum çaldı. Kız arkadaşlarımın evindeydim. 4 kız ve 1 ben oturuyorduk. Ogün hiç içmemiştim. Telefon gelene kadar. Arayan oydu. Sesini duyduğum da kendimi ölecekmişim gibi hissettim. Ölmediğim için halen pişmanım. Mutfağa gittim.

-Selam dedi.

-Selam.

-Nasılsın?

-Teşekkür ederim. Sen nasılsın?

Nefesim kesilmiş gibiydi. Kalbimde bir ağrı vardı. Sanırım kalp krizi geçirmek üzereydim.

-Bende iyiyim sağol. dedi. Bir kaç saniyelik bir sessizlik oldu. Sessizliği bozan oydu.

-Sesini duymayı bile özlemişim.

Sanırım bu son darbeydi. Artık ölebilirdim. Ölmem lazımdı. Ama olmadı.

-Erkek arkadaşın napıyor? dedim. Sitem vardı ve o bunu anlamıştı.

-Biz ayrıldık. Dediğin gibi ben asla mutlu olamıycam. Mutluluğu haketmiyorum.

-Böyle konuşma. Doğru kişiyi bulursun elbet.

-Doğru kişi sendin ve ben seni kaybettim.

Eğer bu cümleyi daha önce duymamış olan varsa o an yaşadıklarımı asla anlayamaz. Ömrümün en az 5 yılı gitmişti. Ama bu sözü duymaya değerdi.

-Öyle söyleme. dedim. Mutlaka benden iyisini bulacaksındır.

Asla istediğim şey değildi bu. Benden iyisini neden bulasın ki. Ben varken niye bir başkasını bulmanı istiyim.

-Ben seni daha fazla rahatsız etmeyeyim. Hoşçakal. Kendine iyi bak. Sigarayı da bırak. dedi.

"Hoşçakal" dedim sadece. söyleyebileceğim başka birşey yoktu çünkü. Telefonu kapattıktan sonra hemen o evden uzaklaştım. Biralarımı alıp sahile indim. Böyle zamanlarda denizin falan bi boka yaradığı yok. Hüznünü falan almıyor yada seni kendini daha iyi hissetmene yaramıyor. Sadece içecek uygun bir yer orası böyle zamanlarda.
O eve bir daha hiç gitmedim. O günden sonra onunla bir daha hiç konuşmadım. Sanırım kendine en uygun erkeği bulmuştu. Ben alkolü azaltmıştım ama bırakmamıştım. Artık sarhoş olamıyordum sadece. Kısacası hayatım boka sarmaya devam etti.

26 Temmuz 2011 Salı

Ölü ve Mutlu


Herzaman olduğu gibi yine alarmı çalmadan beş dakika önce uyanmıştı. Saat 07:55 ti. Kalktı yatağında oturdu. Beş dakika sonra alarmı çaldı. Alarmı kapatıp ayağa kalktı. Elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı "bugün bu yalnızlık bitiyor" dedi. Elini yüzünü kuruladıktan sonra mutfağa gidip kendisine sert bir kahve yaptı. Neden erken kalktığı konusunda hiçbir fikri yoktu aslında. Gidecek bir işi yoktu. Günde sadece bir saat bilgisayarının başında oturarak kazanıyordu parasını. Ne doğru düzgün bir arkadaşı olmuştu şimdiye kadar ne de doğru düzgün bir ilişkisi. 25 yaşındaydı. Her zaman yalnız kalacağını düşünürdü ama bunun bu kadar çabuk olacağı hiç aklına gelmemişti. 8 yıl ilkokul 4 yıl lise ve 4 yılda üniversite okumuştu ama arkadaşım diyebileceği kimse yoktu. Yalnız mutlu gibiydi yada çevresini böyle iyi olduğuna inandırmıştı.
Kahvesini yudumlarken salona geçti ve televizyonu açtı. Haberler hep aynıydı, reklamlar aynıydı, sabah programları aynıydı. "25 yılda değişen hiç birşey olmaz mı?" diye sordu kendine. Cevabını bildiği bir soruydu bu. Televizyondan çabuk sıkıldı ve kapatıp bilgisayarını açtı. Orası da çok farklı değildi aslında. Sosyal arkadaşlık sitelerinde yüzlerce arkadaşı vardı. Ama hiç biriyle samimi değildi. Konuşmuyordu bile onlarla. Neden hala bu sitelerde dolandığını da bilmiyordu. Hayatı hep cevapsız sorularla doluydu. Ailesini bir trafik kazasında kaybetmişti bundan 3 yıl önce. Sanırım herşey o zaman ters gitmeye başladı onun  için. Yas tutmadı ve hiç ağlamadı. Tüm acısını içine attı asla dışa vurmadı. Buda onu daha öfkeli ve daha yalnız biri haline getirdi. Kimseyle yakın olmamasının nedeni acı çekmek istemediği içindi. Çünkü biliyordu insanlar birbirlerinin canını yakardı sadece.
Saate baktı daha 08:30 du saat. "Zaman geçmiyor." dedi. Aklında birşey vardı sanki. Birşeyler planlamış gibiydi. "Bari şu işimi yapayım" dedi. İnternetteki o işini yapmaya başladı. Aradan bir saat geçti ve "işte bitti" diyerek kalktı bilgisayarın başından. En sevdiği yıllardır takip ettiği dizinin son bölümü yayınlanmıştı birgün önce. Çok uykusu olduğu için izleyememişti ama kaydetmişti bölümü. Dizideki baş kahramanı hep kendine benzetirdi. Adam yalnızdı ve acı çekiyordu, hiç arkadaşı yoktu. Diziyi izlemeye başladı. Dizinin finalinde baş kahraman intihar ediyordu. Yalnızlık ve acı onu bunu yapmaya zorlamıştı. "Sonunda" dedi, "sonunda kaderim çizildi" diyerek yatak odasına gitti. 2 yıl önce aldığı tabancayı çıkardı çekmeceden. Hiçbir tereddüt yoktu içinde bunu yapmaya kararlıydı. Şakağına dayadı silahı "hoşçakal yalnız hayatım. Seni kendinle başbaşa bırakıyorum. Kendine iyi bak." Gülümsüyordu. Gülerek bastı tetiğe. Ben kazandım der gibiydi. Büyük bir savaş kazanmış komutan edası vardı. Onun için bitmişti herşey.
Ceseti üç hafta sonra bulundu. Komşular kokudan rahatsız olup polisi aradılar. Polis adamı tutuklamak için gelmişti ama karşılaştığı manzara onları şok içinde bıraktı. Ceset çürümek üzereydi üzerinde bir sürü sinek uçuyordu. Ama adam hala gülüyordu. Ölüydü ve mutluydu....

18 Temmuz 2011 Pazartesi

hep mutlu oluncak diye bir kural yok

Sahilde bir bankta oturuyoruz. Saat akşam sekiz gibiydi.
-Neden? diyorum. Neden olmaz?
-Mutsuz oluruz. diyor.
-Mutsuz olalım hep mutlu oluncak diye bir kural yok ki, bizde mutsuz olalım olmaz mı?
Yüzüme sevgiyle ve acıyarak baktı bunları söyleyince. İçinde ufacık bişey olur diyordu sanki. Dene ne olacak sanki diyordu ona. Ama o buna tamamen karşı koyuyordu. Onun denemek gibi bir niyeti yoktu yada beni sevmek gibi.
O an en çokta o an ölmek istemiştim aslında. Gözlerinin içine bakıyordum belki birşey söylerdi. Olumlu yada olumsuz ne fark eder sadece birşeyler söylemeliydi çünkü bu sessizlik bitiriyordu beni.
-Yapamam. dedi. Sen mutsuz olmaya razı olabilirsin ama ben değilim ve biliyorum seninle mutlu olamam ben. Seni sevmem yada sevmemem birşeyi değiştirmezdi inan bana. Mutlu olamazdık biz. Sen aşırı ülkücü bir genç ben ise davamda sonuna kadar mücadeleci bir kominist gibiyiz biz. Birleşmemiz imkansız. Seni sevmem imkansız. Affet beni. Biliyorum sen kendini asla affetmedin o yüzden bu ismi kullanıyorsun ama bu kez sadece benim affetmeyi dene kendini. Hoşçakal.
Bunları söyledi ve gitti. Arkasından baktım sadece. Sadece bakmak bile çok acı vericiydi. Atmak iatedim kendimi denize. Ama yapamadım. Sadece gittim. Onun gittiği yerin tam tersine. "Hoşçakal" dedim sessizce kalkarken. "Bir daha görüşmemek üzere kendine iyi bak..."

15 Temmuz 2011 Cuma

zotriks


İçimden bi ses yazmam gerektiğini söyledi. Ama ne yazacağım konusunda hiç bir fikrim yok. Her yazdığım yeni yazıda sanki bir öncekini tekrar ediyormuş gibi hissediyorum.
Telefonum bugünde çalmadı. Sen ise o aramayanlardan biriydin yine. Devamlı bi arayış içindeyim sanki.  Matrix filmindeki Neo gibi hissetmeye başladım artık kendimi. Sanki bilgisayar açıkken Trinity bana beyaz tavşanı takip et yazacak. Daha sonra Morfeus gelip elindeki iki hapla seç birini diyecek mavi mi yoksa kırmızı mı? Trinity hayatımın kadını olacak Morfeus benim hocam vs vs vs... Ama benim hikayemde bu şekilde gelişemezdi olaylar.
Uğur bilgisayarın başında gene birşeyler ararken kendinin bile bilmediği birşeyleri ararken o esnada msn den birisi sohbet açar. Nikide crazy girl 35. Bu crazy girl s.a. diye konuya girer. Tabi ben şaşkın ve karizmatik bir şekilde ekrana bakıp kimsiniz? diye soracağım. O ise benim kim olduğumum bir önemi yok. Esas olan senin ne aradığın. Tabi bu böyle konuşunca ben etkilenmiycem saçma sapan konuşma la. diyip tersliycem. O ise tüm soğukkanlılığıyla kolunda sepet olan adamı takip et diyecek. Benim tabi asabım bozulacak ve bilgisayarı kapatıp televizyonu açmaya yeltenmişken kapı çalacak. Ve işte o an şok olacağım. Çünkü gelen kolun sepeti olan kapıcıdır. Çöp var mı abi diye soracak. Bende yok diyip devam edeceğim. Çöp toplamaya sepetle mi çıkıyon la sen diyeceğim. Abi çıkartmayı unutmuşum diyecek oda bana. Daha sonra ben bizim kapıcıyı takip edeceğim. Meğer bizim kapıcı alemciymiş her gece meyhaneden çıkmazmış. Meyhaneye girince bir kız beni karşılayacak ve her zaman kızların suratına mı kapatırsın msn i diyecek. Ben şaşkınlıkla Crazy girl 35 diyeceğim. O da bana: hayatına bir anlam katmak istiyorsun ama bunu bulamıyor musun, bir değerinin olduğunu düşünmüyor,her gece uyku problemi mi çekiyorsun? Bunları nerden biliyorsun demeye kalmadan bana bir kart uzatacak ve yarın saat 15:00 te burda ol diyecek. Kart ise bir muayenehanenin kartı özel bir doktorun muayenehanesi. Bu saçmalıkta neyin nesi derken içim içimi yiyecek ve ertesi gün saat 15:00 te orda olacağım. Doktorun sekreteri tabiki de bizim crazy girl. beni hemen muayenehaneye alacak. O sırada doktor gelecek. Kel topsakalı olan hafif kilolu bir adam. Bana iki tane hap uzatacak sabah akşam iç hiç birşeyin kalmayacak deyip beni geri yollayacak.
Tabi daha sonra öğreneceğim doktorun hastaların dikkatini çekmesi için uyguladığı yeni bir yöntem. Zaten muayenehaneden çıkarken 150 tl muayene ücretini benden isteyince anlamıştım herşeyi. Bir daha görüşmemek üzere diyerek ordan ayrıldım ve evime bilgisayarımın başına oturdum tekrar.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

eksik

Bir eksiklik var hayatımda. Ne olduğunu hala bulamadım bulacağımdan da emin değilim. Ne yapmam lazım bilmiyorum ki. Gecenin bu saati şeftali aromalı soğuk çayımı içerken internette oluşturduğum bu şeyin bana yardımcı olmasını umuyorum. Ki bütün yazılarımı da tek bir kişi için yazıyorum.
Ne olmalı mesela hayatımda. Ne değişmeli, ne yaparsam beni mutlu eder? Alışveriş yapmak işe yaramıyor, kuaföre gitmekte bir işe yaramadı saçımı sokmadığım şekil kalmadı. Kadınlar bunları yaparak nasıl mutlu oluyor. Bunlar nasıl işe yarayabilir ki?
Sanki üzerime kilolarca zift dökülmüş gibi kimseye karşı hiç bir şey hissedemiyorum. Nasıl düzeleceğimi hiç bilmiyorum. 3 yıl önceki halime nasıl döneceğimi bilmiyorum ve bu belirsizlik beni deli ediyor. Sanırım delirmek üzereyim.

30 Haziran 2011 Perşembe

Life Goes On


Her zaman ki gibi sıradan bir gündü. Pek fazla konuşmadığım o kız ilk defa gelip yanıma oturdu. İsminin pekte önemi yok. Bir şeyler anlatmak ister gibiydi sanki. Etrafımdaki insanlar gitsin diye bekliyordu. Yalnız kalmıştık en sonunda. Anlatabilirdi, söyleyebilirdi artık söylemek istediği şeyi. Ama anlatmak için sormamı bekler gibi bakıyordu gözlerimin içine. "Ne anlatacaksın bana" dedim. Gözleri doldu. "Ne oldu?" diye sordum ve anlatmaya başladı. Tecavüze uğramıştı. Adi bir herif bütün hayatını mahvetmişti. Buna inanıyordu.
Ne diyeceğimi bilemem ben böyle durumlarda. Birinin bir yakını ölse bile gidip ona teselli veremem. Saçma gelir çünkü bu tür şeyler bana. Ne söyleyebilirsin ki "sevgilin öldü ama üzülme yenisini bulursun" böyle söylenebilir mi?
Neyse asıl konuya dönelim. "Neden bana anlatıyorsun bunu?" dedim, "Sende acı çekiyor gibisin çünkü" dedi. Afallamıştım. Bu kadar çok mu belliydi acı çektiğim? Saniyeler içinde kafamda onlarca cevapsız soru belirdi. "Başka kimler biliyor bunu" diye sordum. "Hiç kimse,sadece sen" dedi. Onu avutacak sözler bekliyordu benden. Lanet ettim o an kendime. Polisiye romanlar dışında keşke insan psikolojisini anlatan kitaplarda okusaydım dedim içimden. "Bunun hayatını etkilemesine izin verme" dedim. Ne diyebilirdim ki başka. "Belki de beni deniyordur, beni sınamak için yapmıştır bunu" dedi. Bu çok saçma geldi ve "tabi seni denemek için sana tecavüz edilmesine izin verdi. Sanırım bu mantıklı" dedim. sinirlenmiştim nedenini bilmiyorum. Bu tür düşünceler sinirlendirir beni. Her şeyi bir sınava bağlamak saçma.
O gün uzun uzun konuştuk. Bana sarılıp ağladı. O günden sonra hep yakın olduk. Daha doğrusu o yakın oldu. Onun yanında acı çekiyordum resmen. Konuştukarı çok boş geliyordu. Ama onu üzmemek için hiçbir şey demiyordum. Ben acı çektikçe o mutlu oluyordu sanki. Bir süre bu böyle gitti. Daha sonra bir erkek arkadaşı oldu. Erkek arkadaşı benimle görüşmesini istemedi. Çok görüşüyormuşuz çünkü. Doğal olarak o da diğerleri gibi erkek arkadaşının sözünden çıkmadı ve beni postaladı. Beklediğim bir şeydi o yüzden pek şaşırmamıştım.
Life goes on. Hayat devam ediyor...

22 Haziran 2011 Çarşamba

hikaye

Uğur diye seslendi arkamdan. Tanıdık bir ses değildi neden dönüp baktığımı hatırlamıyorum. Yüzü de tanıdık değildi zaten. Tanıdık değildi ama diğer yandan da çok tanıdık geliyordu. Bana doğru koşarak 'bak sonun da buldum seni.' dedi. Afallamış bir şekilde yüzüne bakıyordum. Bunu anlamış olacak ki 'tanımadın mı beni?' diye sordu. Hala yüzümde o salak ve anlamsız ifade vardı. Bir şey söylememe müsaade etmeden 'rüyama girdin nasıl unutursun bunu.' dedi. Afallamam iki kat artmıştı. Ya bir rüyanın içindeydim yada biri benimle feci bir şekilde dalga geçiyordu. 'Evet haklısın.' dedim başımdan atmak için ve arkamı dönüp gitmeye yeltendim. O sırada kolumdan tuttu ve 'gel hadi sana anlatmam gerekli.' dedi. Gittikçe canımı sıkmaya başlamıştı bu oyun. 'ne istiyorsan hemen söyle,işim gücüm var.' dedim. o esnada söylediği şey ise beni tamamen şaşırtmaya yetmişti. 'yine o sahile onu özlemeye mi gidiyorsun.' dedi. Beynimden vurulmuşa döndüm. Bunu nereden bilebilirdi ki? Tam bir şey söylemek için ağzımı açtım ama o benden önce davrandı 'sana söylemiştim beni dinlemelisin.' dedi.
Bir cafeye gitmek için yola koyulduk. Yol boyunca ikimizde ağzımızı açmadık. Hiç bir şey söylemedik, hiç konuşmadık. Birden bana döndü ve 'doktor!doktor!' demeye başladı. Gözlerimi açtığımda ise ev arkadaşım Gökhan 'hadi Doktor kahvaltı hazır' diyordu. Küfür etmemek için tutmadım kendimi. Ağzıma ne geldiyse söyledim Gökhan'a. Merak içindeyim hala. Ne anlatmak istiyordu o gizemli yabancı? Nereden tanıyordu beni? Sorular cevapsız olarak kalacak yine...

8 Haziran 2011 Çarşamba

Karakol Ç.

Karakol dizisi ne saçma bişey öyle ya. Behzat ç. ye benzetmeye çalışılmış ama sıkıcı çok saçma ve çok yapmacık olmuş. Beğenmedim hiç. Her küfür eden, her argo konuşan behzat olamaz moruk anlayın bi şunu. Kesin bu tür diziler çıkmaya devam edecek. Onlarda haklı. Baktılar behzat küfür ediyor devamlı içiyor millet olarakta sevildi tabi. Ee ne bekliyoruz o zaman bizde bi tane polis yaratak, küfür etsin alkol alsın. Yok dayı böyle olmuyor bu işler. Eğer öyle olsaydı Faruk K. ya da bi dizi çekmek zorunda kalırdık. Adam dans ederdi bütün dizi boyunca.
Gerçi son zamanlarda behzat ta sıkmaya başladı beni. Bi aksiyon lazım ona da. Sinema filmini çekiyorlar onun daha iyi olmasını umut ediyorum. Bişey daha var ben bu karakol dizisindeki gibi güzel polis memuru da görmedim hiç. Varda mı görmüyoz. Gerçi güzel bi hatun niye polis olsun ki.

26 Mayıs 2011 Perşembe

tatsız

Hiç bir şeyden tat alamıyorum artık. Zevk vermiyor artık devamlı yaptığım şeyler. Neden böyle olduğu konusunda hiç bir fikrim yok. Kendime Olric yaratmak istiyorum. Benim dertlerimi dinlesin, yeri geldiğin de bana cevap versin. Öyle bir şey istediğim. Çevremde beni dinleyen birini bulamamamdan kaynaklanıyor sanırım Olric i yaratmak istemem. Yada beni dinleyen birini bulmamak değil de derdimi kimseye anlatmak istemememden kaynaklanıyor bunlar.
Yalnızlıktan şikayet ettiğim yok aslında. Seviyorum ben yalnızlığı. Yalnızken daha iyiyim. Yalnız ölüyorum. Yılın babası veya örnek koca olmam kimsenin umurunda değil. Çoğu hasta olduğumu düşünür mesela. Ama ben o açıdan bakmıyorum. Yalnızlığı sevmenin hangi kısmı hastalıklı? İnsan yalnızlığa da alışıp onu da sever bir süre sonra. Kimsenin beni anlamasını beklemiyorum. Birileri beni anlarsa ben ben olmaktan çıkarım çünkü. Yalnızlığı seviyorum ben, kimsenin beni anlamamasını seviyorum, bana hastaymışım gözüyle bakmanızı seviyorum. Çok mu umurum da sanki birinin beni anlaması?
Yani anlatmak istediğim şey şu; elime çerezimi kolamı (biramı) her neyse alıp film izlemeye başladım mı benim için hiç bir şeyin önemi kalmıyor ki. Dünya kadar paramda olsa yapacağım şey budur. Yani beni anlamayın anlamaya da çalışmayan kimin umurunda ki.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Önyargı ve İncir Reçeli


     İncir Reçeli filmini bitirdim şimdi. Önyargılıyımdır ben. İlk defa gördüğüm birisi hakkında kesin ve net sonuçlar söylerim. Halbuki selam bile vermemişimdir daha önce o kişiye. Hakkında hiçbirşey bilmiyorumdur. İnsanlar hakkında önyargı da bulunmamızın nedeni sanırım kendimizi onlardan üstün görmek istememizden kaynaklanıyor. İncir Reçeli'nde görüldüğü gibi önyargı aslında güzel bişey değil. Hatta çok kötü birşey. Kendini üstün görmekle alakası yok. Tamamen aptal olmamızla alakalı bu.
     Hayatımda ilk defa gözyaşları içinde kaldım bir filmi izlerken. Sakalımdan aktı resmen gözyaşlarım. Ağladım çünkü kaybetmekten korktum bir an. Ağladım çünkü birisi benim hikayemi çalmış oda yetmemiş bunu filme çekmiş benim hikayemle milleti ağlatıyor. Kendi hikayeme ağladım resmen. Sonu o şekilde değildi benim hikayemde bir sonunu değiştirmişler zaten.
     Velhasıl önyargı aptallara göre birşey. Önyargılı davranınca kimseden üstün olmuyorsunuz sadece salak durumuna düşüyorsunuz. Aynı filmdeki baş kahraman gibi.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

yalnızlık

Sıkıcı, uykusuz, yalnız ve hatalarımla baş başa olduğum günlerden biri daha. Her yaptığım şeyin yanlış olması ne kadar kötü. Bugün o yaptığım salakça hareketi neden yaptım mesela. Sevmediğiniz halde birisini seviyormuş gibi yapmak ne kadar acı. Hem senin için hem karşındaki için. Hele bunu yapmanda hiç bir amaç yoksa.
Sefil bir haldeyim. Kendime acıyorum, kendime üzülüyorum, kendimden nefret ediyorum. Blogumu okuyan benden başka kimse yok. O kadar yalnızım. Yalnızlıktan ölmek terimini gerçekleştirebilirim. Yalnızlıktan ve sıkıntıdan ölebilirim her an.
Tek başıma bir evde ölmek istiyorum. Cesedimi aylar sonra kardeşim parası bittiği için ziyaretime geldiğinde bulsun. Çürümüş ve kokmuş olsun cesedim. Sessiz sedasız gömüleyim. Kimsenin haberi olmasın.
Yalnız olduğum kadar hastalıklı düşüncelere de sahibim. Bunu karşısındakine nasıl anlatabilir ki insan. Tedavilere cevap vermiyorum. Hepsi çok saçma çünkü.

1 Şubat 2011 Salı

uykusuz

     Her zamanki gibi yine uykusuz bir gece daha. En son başımı yastığa ne zaman huzur içinde koydum gerçekten bilmiyorum. Devamlı bir şeyler düşünmekten sıkıldım. Hayatımın elimden akıp gidişini izlemekten sıkıldım. Aslında kahkahalar içinde gülerken içimin kan ağlamasından sıkıldım. Yukarıdakiyle devamlı kavga etmekten sıkıldım. Hayatıma yön verememekten sıkıldım. Başkalarının yerime karar vermesinden sıkıldım. İstediğim gibi hareket edememekten sıkıldım. Yaşamaktan sıkıldım.
     Hayallerimi kaybettim artık, inançlarımı, sevdiğim insanları. Sevdiğim insanların teker teker gitmesini beni terk etmesini izledim. Elimden hiç bir şey gelmeyişini  izledim. Gidenlerin sadece arkasından bakıp olsun yanımda kalanlar da var derken birden yanımda kimsenin kalmadığını fark ettim. Bir başıma kaldım sonunda. Bu koca yerde bir başıma. Hiç kimseler yok yanımda. Beni seven insanların olduğuna inancım yok. Hayallerim yok, yaşama sevincim yok, kendime ait bir hayatım bile yok.
     Hayatımın yok olmasını izliyorum hala. Ellerim kollarım bağlı. Yapayalnızım bu boşlukta . . .