25 Eylül 2011 Pazar

Şizofren


Nefes nefese ve kan ter içinde uyandı. Saat gece 03:00'dı. Daha yatalı yarım saat olmuştu ve kabuslar içinde uyanmıştı. Kalkıp banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadı,ardından kendine bir kahve yapmak için mutfağa gitti. Cezveye suyu doldurdu, ocağın üstüne koydu ve ocağı yaktı. Mutfaktaki sandalyenin üzerine oturup suyun kaynamasını bekledi.
-Rüyalarımda bile huzur vermeyeceksin değil mi bana? dedi kendi kendine ve bir sigara yaktı. Ayağa kalktı. Sigarası ağzında dolaptan bir bardak aldı. Fincanına bolca kahve ve biraz şeker koydu. Ocağın altını kapattı ve kaynayan suyu cezveden fincana doldurdu. Koyu ve sert bir kahve olmuştu. Kahvesini ve sigara paketini alıp balkona çıktı. Günlerdir uykusuzdu. En fazla bir saay uyuyabiliyor ve kabuslar içinde uyanıyordu. Uyumamak daha iyiydi onun için.
Kız arkadaşı yatakta onu bulamayınca balkona onun yanına çıktı.
-Yine mi kabus gördün?
-Her zamanki gibi.
-Bu sefer ki nasıldı?
-Aynısı yine. Bir trafik kazası geçiriyoruz. Sen tüm çabalara rağmen kurtulamıyorsun ben ise hayatta kalıyorum.
-Kabus işte. Bu kadar takma kafana.
-Çok gerçekçiydi ama. Ne zaman gözümü kapatsam bunu görüyorum.
Kız arkadaşı adamın arkasına geçti ve omuzlarını ovmaya başladı:
-Rahatla. Sadece rüya işte.
-Denerim.
Aynı anda tam karşılarındaki binadaki karı kocada uyuyamamış ve balkonda oturuyorlardı. Kırk-elli yaşlarındalardı. Yaşlı adam:
-Şu adam yine kendi kendine konuşmaya başladı. yaşlı kadın:
-Adam karısını kaybedince kafayı yedi iyice. Çok seviyormuş demek ki.
-Evet şizofren olacak kadar çok seviyormuş...

23 Eylül 2011 Cuma

Teşekkür


Benim için yine o sıkıcı günlerden biriydi. Evimde oturmuş boş boş internette dolaşıyor Facebook'ta takılıyordum. Birden İstanbul'da yaşayan bir arkadaşım bana "şanslı çocuk" diyerek sohbete girdi. Bana bir sürprizi olduğunu ama ertesi günün akşamına kadar sabretmem gerektiğini söyledi. Sabırsızlık içinde beklemekten başka bir çarem yoktu. Sadece oyalanacak birşeyler lazımdı. Bende ertesi gün İzmir'e yeni gelen bir arkadaşımla İzmir'i tanıtmak için buluştum. Akşama kadar onunla beraber dolandım ve akşam olup eve gittiğimde direkt bilgisayarımı açıp Facebook'a girdim. O arkadaşıma hemen sürprizin ne olduğunu sordum. Bana en çok tanışmak istediğim yazarla bir kafede oturup kahve içtiğin ve benim adıma o yazarın iki kitabını da imzalattığını söyledi. Çok mutlu olmuştum. Heyecan ve mutluluk gariptim yani. İlk defa birisi benim için birşeyler yapıyordu. Bu garip bir duyguydu daha önce yaşamamıştım çünkü.
Defalarca teşekkür ettim ona. Ama teşekkürler boşaydı sanki bu yaptığı şey için. İşte ogün verdiğim bir kararla İlk kitabımın ilk sayfasında teşekkür edecektim ona.
Aradan yıllar geçti. Ben o çok istediğim yazar Emrah Serbes'le tanışmıştım bile. İlk kitabım çok tutmuştu. üçüncü elli bin adedi basılıyordu. Verdiğim röportajlarda ise kitaptan çok ilk sayfada adı geçen kişiyi merak ediyordu gazeteciler. Gazetecilere o kişiyi şu şekilde anlatıyordum:
-Benim için kimsenin yapmayacağı birşey yapmıştı. Ona ne kadar teşekkür edersem edeyim hep az gelecekti benim için. Hayatımda en çok tanışmak istediğim yazardan imzalı iki kitabını almıştı bana. O benim adıma aldığı bu iki imzalı kitap hayatımı değiştirdi ve kendi kitabımı yazmaya teşvik etti. Kitapta adı geçen kişi ise şu anda Garanti Bankasında müdür. Gayet mutlu bir hayatı var. Aradığını buldu.
Kitabın ilk sayfasındaki o yazı ise:
"Benim için imzalattığı bu iki kitapla hayatımı değiştiren insana sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Teşekkürler Damla TİK."

17 Eylül 2011 Cumartesi

Son Veda...

 
 
Yine o sıkıntılı gecelerden biriydi. İçimde kötü şeyler olacağına dair bir his vardı. Genelde hislerime güvenen bir insan değilim ama o gün güvenmeye karar vermiştim nedense. İçimdeki kötü hissi yenebilmek için evimden çıkmadım günlerce. Devamlı film izledim ve yemek yedim. Ama olmadı. İçimdeki o kötü his bir türlü geçmedi.
En sonunda olan oldu. Telefonum çaldı ve arayan annemdi. Sesinde bir hüzün vardı. Tahmin ettiğim şey miydi acaba? Olmuş olabilir miydi ki bu?
-Oğlum. dedi içinde kalan son güçle. Öykü ölmüş. dedi.
-Ne saçmalıyorsun anne ya. Bende korktum bir an sesini öyle duyunca.
-Oğlum. Senin o sevdiğin kız Öykü diyorum. Ölmüş.
-Anne olur mu öyle şey ya. Yurt dışında o nasıl ölecek ki?
-Haberlerde gördüm. Uçak düşmüş Türkiye'ye gelen. Kurtulan olmamış. Ölenler arasında Öykü de var.
Telefon elimden düştü o anda. Zaman akmıyordu sanki durmuştu. Duvardaki saatin saniye ibresi ilerlemiyordu sanki. Beynimden vurulmuşa döndüm. Sevdiğim kız, evleneceğim o kız ölmüştü. Hemde feci bir uçak kazasında. Son Durak filmimi lan bu. Öyle ölüm mü olur. Kesin bir yanlışlık olmalıydı. Öykü'nün annesini aradım hemen. Telefonu ağlayarak açtı. Konuşamadım. Demek ki doğruydu.
Cenazeye kadar geçen zaman konusunda hiç bir fikrim yok. O arada ne oldu? Nasıl geldim cenazeye? Kıyafetlerimi nasıl değiştim? Hiçbir fikrim yoktu. Ön safta cenaze namazını kılıyorduk. O an ölmüş olmayı ne kadar çok isterdim. O tabutun içinde Öykü değilde ben olmayı ne kadar çok isterdim. O anki duygularımı kimseye anlatamam. Annesi devamlı ağlıyordu Öykü'nün. Babası ise devamlı eşinin yanında onu avutuyordu. Annem ağlıyordu ama sessizce. Ben ağlamıyordum hiç. Mezarın içine girdim ve Öykü'nün kefene sarılı cesetini verdiler bana. Dayanamadım. Son bir kez sarıldım ona. Öykü'nün ceseti kucağımda ben ise mezarın içine çökmüştüm adeta. Bağırmaya başladım sonra. Kendimi kaybetmiştim.
-Örtün üstümüzü. Öykü soğuğa alışık değil çabuk hastalanır o. Onun yanında kalayım bende. Bir başına karanlıkta kalamaz korkar o. Beni de onunla beraber gömün yalvarırım size. Çıkartmayın beni burdan. Ya beni de onunla gömün yada onu da gömmeyin.
Beni ordan çıkartmaya çalışıyorlardı. Metin ol ölenle ölünmez diyorlardı. Hepsi zırvalıyordu işte. İmam ölüye işkence çektirme oğlum diyordu. Peki ya benim çektiğim işkence ne olacaktı. Bunu düşünen var mıydı?
Zor da olsa toparlamıştım kendimi. Onun üstüne her toprak attıklarında benden de bir parça atıyorlardı oraya sanki. Onlar toprak attıkça bende ölüyordum resmen.
Cenaze bitti. Herkes dağıldı. Ben gidemedim kaldım orda öylece. Ona aldığım yüzüğü çıkarttım cebimden. Yurt dışından gelince ona evlenme teklif edecektim. Çok mutlu olacaktık. Ama o bırakıp gitmişti beni. Hiç arkasına bile bakmamıştı öylece gitmişti. Bu nasıl adaletti böyle. Niye ben hala yaşıyordum. Niye toprağın altındaki ben değilde oydu. Mezarına yaklaştım iyice. Oturdum başucuna. Onunla konuşmaya başladım.
-Neden gittin sevgilim? Hani hep beraber olacaktık, hani biz beraber ölecektik. Ben ölmedim ben yaşıyorum. Sen neden gittin ki? Zamanlamayı mı ayarlayamadın? Zaten zaman konusunda hep sıkıntın olmuştu. Hatırlıyor musun bizim Kerem'in düğünü vardı saat 20:00'deydi. Senin süslenmen uzadığı için 20:00'deki düğüne 21:30'da gitmiştik. İşte ben o zaman karar vermiştim seninle evlenmeye. Beni bekleyeceğini düşünmüştüm. Ama yanılttın beni. Merak etme ben fazla bekletmem ama seni. Bugün yarın çıkar gelirim yanına...
Son kez konuştum onunla. Ondan sonra sadece mezarına gittim. Aylarca,yıllarca... Aradan on beş yıl geçmişti ve ben hala onun yanına gidememiştim. İlk defa bu kadar uzun bekletmiştim onu. İlk ve son kez...

13 Eylül 2011 Salı

İlk Ölüm



İlk defa ölümü hissettiğimde 15 yaşındaydım. En yakın arkadaşım intihar etmişti. Adı Ömer'di. Şubat ayıydı ve cenazesinde bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Sanki gökyüzü üzülmüştü Ömer'in gidişine ve boşaltıyordu içini bu şekilde rahatlıyordu. Çocukluğumuz aynı semtte geçmişti. Mahalle maçlarının vazgeçilmez ikilisiydik. Ömer sağ kanata ben sol kanata geçtik mi kimse durduramazdı bizi. Bir keresinde karşı takımın oyuncusu bacağıma bir tekme atmış ve bacağımı kırmıştı. O can acısıyla hatırladığım tek şey Ömer'in bana vuran çocuğu altına alıp yumruklayışıydı. Haftalarca ayağım alçıda kalmıştı. Top falan oynayamadım bir daha. Ben oynayamıyorum diye Ömer de bir daha hiç top oynamadı.
Aynı ilkokula gittik ve hep aynı sınıftaydık. 6. sınıfta sınıflarımızı değiştirdiler ve ilk defa o zaman ayrıldık. Ömer bunu kabul etmedi ve gidip müdüre:
-Ya beni de kankamla aynı sınıfa koyarsın yada okulu bırakırım. demişti.
Müdür bir şekilde ikna olmuştu ve Ömer'i bizim sınıfa yolladılar. Bir gün aşık oldum. Sınıftan bir kızdı. Sarışındı ve yeşil gözleri vardı. Kim görse aşık olurdu o kadar güzeldi. Adı Gamze'ydi. Ömer'e anlattım durumu.
-Aşık oldum ben Gamze'ye.dedim.
-Hadi hayırlısı kanka. dedi oda bana.
7. sınıfta Gamze'ye açıldım ona onu sevdiğimi söyledim. Oda bana karşı boş olmadığını söyledi ve sevgili olduk. Nisan ayıydı. Beni açılmam için Ömer cesaretlendirmişti. O gazla gitmiş ve kızı almıştım. Gamze'yle sevgili olunca Ömer'le eskisi gibi takılmadık. Anca akşamları bir saat kapı önünde konuşuyorduk. Onun dışında devamlı Gamze'yle birlikteydim ve mutluydum. İlkokulu bitirince yine bizim semtte olan Bayraklı Lisesine gittik. Ben,Gamze ve Ömer yine beraberdik. Artık Ömer'le hiç görüşmüyordum nerdeyse. Sabah akşam Gamze'yle beraberdim. Ömer'i hep üzgün görüyordum ama bir türlü gidip konuşamıyordum. Nedense hep birşeyler çıkıyordu.
İntihar ettiği gecenin gündüzü okuldaydık yine. Yanıma geldi.
-Kanka. dedi.
-Söyle kanka. dedim.
-Bunu al. diyerek elime bir kağıt verdi. Bunu al ve akşam oku. Ama akşama kadar bekle kanka. Bu çok önemli. dedi.
-Hayırdır kanka bir durum mu var? dedim.
-Yok birşey. dedi ve gitti.
Okuldan sonra yine Gamze'yle beraber dolandık, sahile gittik. Her zaman ki şeylerdi işte. Sonra eve gittim akşam üstü. Gece geç saatte geldi aklıma Ömer'in verdiği o kağıt. Açtım ve okumaya başladım:
     "Bu şekilde olmasını hiç istemezdim kanka. Gamze'yi gerçekten sevdiğini biliyordum. Ogün gelip Gamze'den hoşlanıyorum demeseydin ben sana aynı şeyi söyleyecektim. Ama sen benden önce davrandın. Bana da bunu kabullenmek düştü. Delikanlı adamız sonuçta. Kankamızın sevdiği kıza sulanmayız sulananı da affetmeyiz. Ama olmadı kanka. Ben sizi devamlı o şekilde görünce dayanamıyordum. Sol yanım diyorlar ya işte oram çok acıyordu be geceleri. Sonra uzaklaştın iyice bende. Senin benden uzaklaşman mıydı yoksa hala Gamze'ye karşı boş olmamam mı bunu yapmamın nedeni bilmiyorum. Belki her ikisi de. Ama yapamıyordum kanka. Zaten dünya benim için bir tuvalet deliğinden farksızdı bide sen gidince iyice yalnız kaldım. Üstelik birde benim sevdiğim kızla gidince yaşamanın bir anlamı kalmadı ki. Kanka biliyorum şimdi bana çok kızacaksın. Bunu yaptığım için beni affetmeyeceksin belki de. Ama yapamıyorum kanka. Seni Gamze'yle görmeye dayanamıyorum ve bu yüzden kendimden utanıyorum. Bu utançla senin yüzüne bakamam daha fazla. Lütfen bana fazla kızma. Gamze'ye de iyi bak kanka. Sakın ben gittim diye kızı terk etme onu suçlama. Onun bir suçu yok çünkü. Benim varlığımdan bile habersiz kız. Affet kanka beni. Sen benim en kral arkadaşımdın ama ben buna layık olamadım. Hoşçakal. Umarım Gamze'yle sonsuza dek mutlu olursun."
Yazı biter bitmez Ömer'in evine koştum. Evinin önünde ambulans vardı. Herkes ne olduğunu merak etmiş evin önüne toplanmışlardı. Kalabalığı açtım ve eve girdim. Ömer'in annesi Nazife teyze ağlıyordu. Babası Hakan amca ise bir köşeye çökmüş acı içinde sigara içiyordu. Ne oldu diye soramadım ikisine de. Gelen sağlık görevlilerine sordum. Ömer o gece bileklerini jiletle kesip intihar etmişti. Evdekilere ise "Beni affedin" yazan bir not bırakmıştı sadece. Ölmüştü Ömer. Artık yoktu.
Cenazesine fazla katılan olmamıştı. Akrabalarıydı hep gelenler. Birde ben ve Gamze. Gamze çok ağlıyordu. Neden o kadar ağladığını sormadım. Çokta önemi yoktu zaten. Ömer gittikten sonra hiç birşeyin önemi yoktu. sırılsıklam olmuştum ama içimde bir yangın vardı sanki. Pişmandım verdiği kağıdı o an okumadığım için. zamanı geriye almak istiyordum ama beceremiyordum. Beni de al o zaman diye yalvardım Tanrı'ya ama olmadı. İntihar edecek kadar da cesur değildim zaten.
Ertesi gün zar zor okula gittim. Baktım Gamze gelmemişti. Ömer'in oturduğu sıranın üstüne çiçekler koymuşlardı ve Ömer'in kocaman bir resmini. İlk dersi Tarih hocası geldi ve Ömer'in ölümüyle ilgili birşeyler zırvalayıp gitti. Üçüncü derse kadar dayanabildim o manzaraya. Fizik hocası gelip Ömer hakkında birşeyler söylemeye kalkınca dayanamadım ve ayağa kalktım:
-Hepiniz sahtekarsınız be. dedim. Kaçınız tanıyordu lan Ömer'i. Oturduğu sırayı gösterdim. Bu ne lan böyle. İbne miydi oğlum Ömer masasına çiçek koymuşsunuz. Sevmezdi o böyle şeyleri. Konuşma sende hoca. Tanıyor muydun sanki Ömer'i. Seninle Ömer'in notu düşük yükseltin diye konuşmaya geldiğimde bir saat Ömer'in kim olduğunu hatırlayın diye anlattım size. Ömer'i ne kadar tanıyorsunuz da onun hakkında atıp tutuyorsunuz ki? Hepinizin canı cehenneme.
Diyerek terk ettim sınıfı. Aylarca sakal traşı olamadım. Elime traş bıçağını alamadım. Her seferinde Ömer'i hatırladım. Gamze'yle bırakmadık birbirimizi. Ona karşı hiç birşey hissetmiyordum. Sadece Ömer istedi diye beraberdim...

3 Eylül 2011 Cumartesi

Başlıksız...




Üniversitenin ilk yılıydı ayrıldığımız da. Okulların açılmasına daha bir hafta vardı. Anlaşmalı ayrılmıştık tıpkı anlaşmalı boşanma gibi olmuştu. O beni bende onu seviyordum hala. Ama yapamıyorduk. Devamlı kavga, devamlı bir acı. En iyisinin bu olacağına karar verdik. Halen daha o kararı aldığımız güne lanet ediyorum. O Bilgisayar Mühendisliğini ben ise İktisatı kazanmıştım. O İstanbul'da ben ise Ankara'da okuyacaktım.
Okullar açıldıktan bir hafta sonra mesaj attı bana "özledim seni" yazıyordu. Konuştuk o gece uzunca. Mesajlaştık daha doğrusu. Okuluna alışmaya başlamış çevre edinmişti bile. Ben ise yalnızdım. Tek başıma eve çıkmış okuldan eve evden okula gidip geliyor geceleri ise alkolün dibine vuruyordum. O ise toparlamıştı kendini. Ses tonu konuşması gayet iyiydi.
İlk yıl hep bu şekilde devam etti. Her ay arardı özledim diye. Sonra birden aramalar kesildi. Ortak bir arkadaşımız haber verdi yeni bir sevgilisi olduğunu. O an resmen yıkılmıştım. Ağustos ayıydı. Deli bir sıcak vardı ama ben resmen donuyordum. Alkole kaldığım yerden başladım yine. Günde iki paket sigara içiyordum, içtiğim biranın ise haddi hesabı yoktu. En nihayetinde ikinci yılın yarı döneminde okulu da bıraktım. Onun sesini duymadan geçirdiğim altıncı aydı. Altı aydır ne bir mesaj ne bir çağrı hiç birşey yoktu ona ait.
Aradan yıllar yıllar geçti. Ortak arkadaşımız sayesinde yine okulu dereceyle bitirdiğini öğrendim. Erkek arkadaşıyla nişanlandığını ve çocuğun askerliğini bitince evleneceklerini öğrendim. Bünyem artık alkole alışmıştı sarhoş olamıyordum. Onun için alkole dönmedim bu sefer. Ben askerliğimi yapıp gelmiştim. Yaşım yirmi ikiydi. Saçlarım dökülmüş kafamın tepesi kel kalmıştı. Bir cast ajansında çalışıyordum. Arasıra figüran olarak dizilere giriyor onun dışında da yiycek içecek tanıtımı yapıyordum. Sefil bir durumdaydım yani.
Yirmi beş yaşına gelmiştim. Yine aynı cast ajansında çalışıyordum. Bir düğün için garsona ihtiyaç olunduğunu söylediler. Ben gittim. Zengin birisinin düğünüydü. Çok fazla şatafat vardı çünkü. Gelin ve damat çağırıldı. İçeriye o girdi. Halen aşık olduğum eski sevgilimin düğününde garsonluk yapıyordum. O an zaman durdu sanki benim için. Bir yıldız kaysa o ansekiz gün sürerdi gözden kaybolması. Beni o halde görmesini istemedim arkamı döndüm onu görünce. Çok mutlu görünüyordu, hiç değişmemiş halen daha çok güzeldi. Hep sade bir düğün hayal ederdik. O böyle olmasını isterdi çünkü. Sanırım yıllar hayallerini değiştirmişti. Beni görmemesi için olağan bir çaba sarf ediyordum. Ta ki damat beni nikah masasına çağırana kadar. Gitmemeyi düşündüm ama ne kadar kaçabilirdim ki. Masaya gittiğimde beni gördü. Duraksadı bir an. "Buyurun efendim" dedim. "Bize içecek bişeyler getir. Dilimiz damağımız kurudu burda" dedi damat. Hemen arkasından o söze girdi ve "Bana meyve suyu getir. Vişneli olsun" dedi. O an ölseydim Tanrı'nın bile itiraz edeceğini düşünmüyordum. Böyle bir aşağılanma olamazdı. Kıyafetleri çıkarttım ve düğünü terk ettim. Sahile gittim. Eskiden olduğu gibi yeniden içmeye...

1 Eylül 2011 Perşembe

Hüseyin Abi'nin Barı



Üniversitenin ilk yıllarında bir barda takılırdım. Hüseyin abi diye biri işletirdi mekanı. Ufak bir yerdi fazla geleni gideni yoktu. O bar benim için ev gibiydi. İlk başlarda her akşam gidip kapanana kadar dururdum, daha sonra Hüseyin abiye barı kapatmasında yardım etmeye başladım, sonra bir baktım barman olmışum. Karışıktı biraz nasıl olduğunu şu anda bile farkında değilim. Gelen herkesi tanır olmuştum artık. Yabancılarda hemen fark ediliyordu zaten. Hüseyin abinin barında bir aile gibiydik. Devamlı gülüp eğlenirdik. Mutluyduk burda.
Birgün o geldi. Saat 10 a geliyordu. Bir bira istedi benden. Hemen verdim birasını. Masaya değil bara oturdu. Hiç konuşmadı. Gözlerin de anlam veremediğim bir hüzün vardı. İkinci birasını istedi. Onu da içti ve kalktı. Çok güzeldi. Koyu siyah renkteydi saçları, gözleri elaydı, yirmili yaşlardaydı, ufaktı elleri. Aşık olmuştum sanırım. Yada öyle sanıyordum. Ertesi günde aynı saatte geldi ve sonraki günlerde. Karar vermiştim artık konuşacaktım onunla. O akşam yine geldi. "Bir bira" dedi. Gözlerinde hala anlam veremediğim o hüzünlü ifade vardı. "Hiç konuşmaz mısın?" diye sordum. Sanırım oda bunu bekliyormuş. Anlatmaya başladı. Uzun uzun anlattı. O kadar uzun anlattı ki beşinci birasını içiyordu.
Annesini ogün kaybetmiş yani buraya geldiği ilk gece. 43 yaşında ani bir kalp kriziyle nakavt. Burda İzmir'de okuyormuş. Ege Üniversitesinde. Annesini kaybettiğinden beri okula hiç uğramamış üstelik vize haftasıymış. Günlerdir anlatacak birilerini arıyormuş. Benim sormamda vesile olmuş. İntihar etmeyi düşünmüş. Ama burda bizi yakın görünce şakalaşmalar eğlenmeler falan ona umut olmuş. Böylece yaşamaya karar vermiş. Annesini anlattı uzun uzun. Küçükken ona okuduğu masalları, Onu parka götürdüğü günleri. Tabi yaşı ilerledikçe uzaklaşmış annesinden. Onunla daha az zaman geçirir olmuş, devamlı kavga etmeye başlamış. Gözleri dolmuştu anlatırken. Bir peçete uzattım ona. İnsan sevdiği insanı kaybetmeden anlamıyor onun değerini. Bunun durumda öyleydi.
O gece geç saatte gitti eve. Hatta kafası iyi olduğu için evine kadar ben bırakmıştım. Tek başına yaşıyordu. İçeri davet etmedi. Etmesini de istemezdim zaten. Derdini anlattığı her erkekle ilişkiye giren sıradan bir kız olurdu o an da gözümde. O geceden sonra bir daha bara hiç gelmedi. Çok bekledim gelmesini ama gelmedi. Hüseyin abi ve bizimkilerin dalga konusu bile oldum hatta. "O kadar ümit ver bu çocuğa sonrada çek git. Ayıp ayıp" diye kınadılar hatta onu.
İki yıl kadar sonra Küçükpark'ta bir kafede nargile içerken gördüm onu. Tek başınaydı yine. Bir an yanına gidecek oldum sonra vazgeçtim. Yalnızlık böyle birşey işte. Derdini anlatacak birini bulup ona içini dökersin sonra yalnızlığa devam edersin.