Yıllar var ki hep aynı dilekleri tuttum ve kayan her yıldız da ısrar ettim hayata. Ama dileklerim kabul olmadı ve yıldızlı bir gece hiç olmadı. Vazgeçtim bende. Dua için elimi kaldıracaktım tamam kabul dedi. Yıldızlar kaymak için gözümün içine baktılar. Hadi dedi parlak bir yıldız. Dileğimi unuttum. Tanrı'm sen dileğimi dilenmemiş say.
31 Aralık 2012 Pazartesi
Sessiz Ölüm
Dedem öldüğünde henüz 7 yaşındaydım. Olup bitenden habersizdim. Dedemin ne zaman hastalandığını ne zaman öldüğünü bile tam bilmiyordum. O gün, dedemin öldüğü gün evimizde hiç görmediğim kadar insan gördüm. Evimiz ilk defa bu kadar kalabalık olmuştu. Babam misafir iyidir derdi, ne kadar kalabalık olursak o kadar mutlu olurmuşuz. Ama o gün kimse mutlu değildi. Annem mutfakta anneannem ise salonda gelen misafirlerle beraber ağlıyordu. Dayım ve teyzem balkonda oturmuşlardı. Dayım ağlamıyordu ama çok üzgün görünüyordu. Annemi ise ilk defa bu kadar üzgün, ilk defa bu kadar çok ağlarken gördüm. Bana dedemin artık yanımızda olamayacağını söylediler. Çok saçma gelmişti yaşlı başlı adam nereye gidecekti ki, hiçbir şey anlamamıştım. Sonra babam beni yatak odasına çekti. O gün evin tek boş odası orasıydı. Yatağa oturdu beni karşısına alarak konuşmaya başladı:
-Bak evlat kimse bu dünyada sonsuza kadar hayat süremez. Bazı zamanlar gelir sevdiklerimizden ayrılmak zorunda kalırız. Yüce Allah sevdiklerimizi yanına almak ister. Özler çünkü O bizi. İşte dedeni de çok özlemiş Allah. Artık onu yanında görmek istiyormuş. O yüzden dedeni yanına almış.
-Ama geri gelcek değil mi?
-Allah sevdiği birini yanına alınca bir daha ondan ayrılmak istemez. O yüzden bırakmaz yanına aldığı kişiyi. Zaten kimsede ordan geri dönmek istemez.
-Yani dedem bir daha gelmeyecek mi?
-Üzgünüm oğlum gelmeyecek. Ama deden orda daha mutlu olacak. Bizi devamlı izleyebilecek ordan.
-Yani şu an bizi görebiliyor mu?
-Evet o bizi görebiliyor ama biz onu göremiyoruz.
-Ama ben dedemi görmek istiyorum. Onunla yine parka gitmek istiyorum.
Gözlerim dolmuştu. Babam kollarını açtı ve babama sarılıp ağlamaya başladım. Babam kucağında ağlayarak uyumuşum. Uyandığım da akşam olmuştu ev gündüz olduğu kadar kalabalık değildi. Gitmişti çoğu kişi anneannem, dayım ve teyzem kalmıştı geriye. Uykulu gözlerle salona gittim. Dayım beni kucağına aldı. Kimse konuşmuyordu sadece bir sessizlik vardı. Sessizlik bazen konuşurken anlatamadıklarımızı anlatır. Biliriz ki konuşmak sadece gürültüdür bazı zamanlar. İşte bu da o zamanlardan biriydi. Annem elimden tutup beni mutfağa götürdü yemek yedirmek için. Gözleri şişti her an ağlayabilirdim. Dedemin cenazesi için babamın yaptırdığı pideden verdi bana yanında ayran. Ama yiyemedim o günden sonra bir daha asla pide yiyemedim. Sanki ne zaman pide yersem dedem tekrar ölecekmiş gibi geldi bana.
Odama gidip Batman oyuncağımla oynamaya başladım. Sıkılmıştım sessizlikten. Çocuktum ben sessizlik bana göre değildi ki. O sessizliği bozarsam sanki domino taşları gibi her şey teker teker yıkılacaktı. Ben de hiçbir şey yıkılmasın diye odama çekildim.
İlk bir haftadan sonra her şey normale dönmeye başlıyor gibiydi. Yine televizyonda komedi filmleri izleniliyor gülünüp eğleniliyordu. Sanki herkes unutmuş gibiydi dedemin gittiğini. Onlar unutmuş gibi yapınca ben de unuttum yada unutmuş gibi yaptım. Ama dedem devamlı aklımdaydı. Unutamamıştım hiç, adı her geçtiğinde gözlerim dolmuştu ama saklamıştım. 7 yaşında da olsam erkek adamdım ben ağlamak yakışmazdı bize. 3 ay 5 ay derken dedem unutulmuştu tamamen. Sanki hiç olmamış gibiydi. Ölüm yıl dönümü ve bayramlar dışında kimse hatırlamıyordu. Sanki o zamanlarda Allah herkesin kafasına vuruyor ve öyle hatırlatıyordu bize dedemi. Dedemin gidişi bana tek bir şeyi öğretmişti. Dedem gittiyse herkes gidebilirdi demek ki.
15 Ağustos 2012 Çarşamba
Sana...
Bugün seni gördüm. Aynı otobüse bindik. Senin haberin yok tabi. Belki gördüğüm sen bile değildin. Kafayı yiyorum ve herkesi sana benzetiyorum belki de. Sana yazmak için kağıdı kalemi elime her aldığım da nedense yazamıyorum. Belki de bunları sana hiç bir zaman okutamayacağım içindir.
Otobüste gördüğümü söylediğim kız var ya, aynı sendin. Bir insan bu kadar mı benzer sana, hayret ettim. Hatta sen olup olmadığını anlamak için gizli numaradan aradım. Sesini duymak için ara sıra yaptığım gibi. Telefon çaldı ama o hiç tepki vermedi. Demek ki sen değildin.
Sana olan hislerimi hep en boktan cümlelerle anlatıyorum. Dedim ya konu sen olunca yazamıyorum. Tekrar elini tutmak, saçlarını okşamak için her şeyi feda edebilirdim. Tüm geleceğimi, tüm hayatımı. Zaten yokken bir hayatım olduğu da söylenemez. Çok sıradan olacak biliyorum ama sensiz buralar çok boktan. Beni ayakta tutan hiç bir şey yok. Senden sonra uzaklaştım herkesten. Arkadaşım yok, doğru düzgün bir işim de yok. Sensizken zaman hem hiç geçmiyor, hemde gibi akıyor. Aradan 3 yıl geçmesine rağmen neden hala seni bu kadar seviyorum bilmiyorum. Sen 3 yıl önce gittin ve ben o 3 yıl öncesinde kaldım. Sanki her sabah uyandığımda beni yeniden terk ediyorsun. Bunun acısını asla bilemezsin. Bilmede zaten. Acı çekmeni istemem.
Sen orada ben burada. Öyle işte. Yine yazamadım...
30 Haziran 2012 Cumartesi
My Life...
Yazarken biliyordum aslında. Yazdıklarımı kimsenin okumadığını. Kimsenin sikinde olmadığını da biliyorum ama yinede yazıyordum. Annem babam bile yazdıklarımı okumazken başka insanlara nasıl okutabilirdim ki. Babam internette porno hikayeler okumayı beni yazdıklarıma tercih ediyorsa annem internette kız oyunları oynamayı seçiyorsa benim yapabileceğim bir şey yok demektir. Sitem etmek için yazmıyorum. Burası benim yerim istediğim zaman istediğim kişi olabilirim. Bu yazıyı yazıp sosyal ağlarda paylaşıcam. Sonuç kimsenin okumadığı bir yaz daha çıkmış olacak ortaya.
Her zaman yanındayım deyipte aslında hiç yanımda olmayan insanlarla dolu etrafım. Yazsam da okumayacaklar söylesem de dinlemeyecekler. Yazdıklarımın bazılarını okuyup üzerlerine alıp afra tafra yapacaklar. Bu mudur yani?
Hayatımı özetleyecek olursak şu yaşıma kadar hiç bir şey yapamamış elinde hiç bir şey olmayan bir herifim. Yalnız kalmanın eskiden kötü olduğunu düşünürdüm ama alışınca yalnızlığın daha iyi olduğunu fark ediyor insan. Hayal kurmayı bir yerden sonra bıraktım. Çünkü kurduğum en basit hayallerin bile hayalden öteye geçmediğini gördüm. Milleti suçlamıyorum ben beceriksizim kabul ediyorum. Çok mu boş yazıyorum. Oysa ki her yazdığım yazı benim için çok önemli. Niçin diğerleri okumaya bile tenezül etmiyor. 5 dakika bile ayıramayacak kadar yoğunlar mı yani?
Ölmek istedim çok defa. O gidince yani onun tamamen gittiğini fark edince çok ölmek istedim. Sanırım hayatımın bu bombok hali onun gidişiyle başladı. Yazdıklarımı o da okumuyor artık. İstediği cevapları vermiyorum ona çünkü. Mesaj atmasını bazıları hala seni seviyor diye yorumlasa da bazıları sana acı çektirmek hoşlanıyor diyenler de var. İlk ihtimalin olma olasılığı çok düşük. Sevgilisi var beni niye sevsin artık diyorum o zaman da unutamamış demek ki diyorlar. O nasıl iş ya? Beni çok sevdiği için mi başkalarıyla beraber oluyor. Üstelik sayısını bile hatırlamıyor. Bu mu yani sizin sevgi anlayışınız.
Sanırım burda Bella'dan bahsetmek zorundayım. Bu paragraf onun olsun. Çok seviyorum o kızı. Gerçekten tanışmadık hiç ama iyi biri. Bunu hissedebiliyorum. En azından anlattım mı dinliyor. Dinliyormuş gibi yapmıyor gerçekten dinliyor. Ayrıca yabancı uyruklu ilk arkadaşım o. Azerbaycan da yaşıyor kendileri. Neyse sonuç olarak iyi kız işte.
Sanırım benim en büyük sorunum devamlı milletin derdini dinlemem. Herkes her derdini bana anlatır da hiç biri kalkıp "ee sen nasılsın?" demez. Böyle de saçma bir hayat işte. Annem, babam, kardeşim, anneannem, tanıdık tanımadık arkadaşlar... aklınıza gelebilecek herkes anlatır derdini. Üstelik çoğu selam bile vermeden direkt anlatmaya başlar. Ben onları dinlerim de onlar 5 dakikalarını ayırıp şu yazdığım yazıları okumazlar.
Yazıyı bir yere bağlamıycam. Öyle ucu açık kalsın. Zaten kimse okumayacak. Şu sayfaya götümden uydurduğum porno hikayeleri yazsam daha fazla takip eden çıkardı.
20 Nisan 2012 Cuma
NTV Yayınları Batman Yayınlasın
Telif haklarının yüksekliği yüzünden ülkemizde yayınlanmayan Batman'i artık türkçe olarak görmek istiyoruz. Bunun için de en uygun yayın NTV Yayınları gibi görünmekte. Çünkü pazar oranı daha yüksek, daha geniş kitlelere hitap ediyor ve bastıkları çizgi romanların 3.-4. baskısı yapılıyor. Buda demek oluyor ki 40.000 ile 50.000 adet satabiliyor bastığı çizgi romanları. Eğer ki Batman'i yayınlarsa bu sayının 2 katına çıkacağına inanıyorum.
NTV Yayınlarının ilk cevabı olumsuz olsa da direkt kestirip atmadı buda aslında bizim açımızdan çok olumsuz bir haber değil. Sayı artar ve talep yükselirse Batman'i yayınlayabilirler.
Yani kısacası bağırıyoruz artık:
"NTV BİZE BATMAN'İ GETİR..."
Kampanyayı başlatan Altın Madalyon'a saygılar.
Bu da kampanyanın Facebook sayfası: https://www.facebook.com/groups/314734201924620/
5 Nisan 2012 Perşembe
Bir Cinnetin Anatomisi
-Evi terk ettiğim de 21 yaşındaydım. Evden gidişimi kimse umursamadı. "Neden gidiyorsun? Nereye gidiyorsun?" diye sormadılar. Odamda bavulumu toplarken belki kardeşim gelip "Neden gidiyorsun abi?" der diye bekledim. Ama gelmedi. Odasında bilgisayarın başından kalkmadı. Annem ise salonda oturmuş Hürrem'i izliyordu. Oda hiç oralı değildi. Babam ise...
Yaklaşık bir dakika kadar bir sessizlik oldu. Sessizliği bozan psikologtu.
-Peki baban. O ne yapıyordu?
-Her zaman ki gibi televizyonun başında oturmuş sigara içiyordu. Gidebileceğim pek bir arkadaşım yoktu. Bir kız arkadaşım da yoktu. En son 5 yıl önce bir kızla beraberdim ama 3 yıl önce terk etti beni.
-Neden peki?
-Huysuz ve çekilmesi zor biriydim. Üstüne birde kalbimden rahatsız olduğumu öğrenince terk etti beni. Huysuzken çekilmezdin hastayken hiç çekilmezsin demek gibiydi bu. Evden ayrılında anneannemin yanında kaldım yaklaşık 10 gün kadar. Orda kaldığım süre içerisinde de bekledim. Belki ailemden biri çıkıp gelir diye. Ama tüm beklentilerim boşaydı. Kimse gelmedi. Bir iş buldum. Aylık 500 TL maaşla çalışabileceğim bir iş. İşe başlayınca anneannemin yanından ayrılığ tek odalı bir ev tuttum. Ev o kadar pis ve bakımsızdı ki köpek bağlasan durmazdı. Ama ben durmak zorundaydım. Aylık 150 TL kira. İlk ay yani maaşımı alana kadar kuru betonun üzerinde yattım. Hiç eşyam yoktu çünkü. Sonra ilk maaşımla Kendime televizyon, ocak, çekyat ve buzdolabı aldım. Hepsi 2. eldi ve toplam 250 TL para vermiştim hepsine. Daha sonra uyuyamadığımı fark ettim. Yavaş yavaş uyku terk etti beni. Önce günde 2 saate düştü sonra 1 saat sonra yarım saat ve sonra hiç uyumadım. Doğru düzgün yemekte yemiyordum aldığım parayı çekyatın altına koyuyordum olduğu gibi. Uyumadığım için zamanı geçirecek başka bir iş aradım. Gece çalışabileceğim. Nihayet bir sitede güvenlik görevlisi olarak çalışmaya başladım. Ordan da 500 TL maaş alıyordum. İşler yolunda gidiyordu...
Yine susmuştu. Bu sefer ki suskunluğu daha uzun sürdü. Psikolog:
-Peki ters giden neydi?
-Okulumu özlemiştim. Evden ayrılınca okulu bırakmak zorunda kalmıştım. Ankara'da Tıp okuyordum. Hayal ettiğim hayat bu değildi. Günde 20 saat çalışıyor ve hiç uyumuyordum. En kötüsü de artık yazamıyordum. Hiç bir şey yazamıyordum. Fikirlerim ve cümlelerim tükenmişti sanki. Oysa hep film çekmeyi hayal ederdim o yazdıklarımla. O kadar çok senaryom yazıya dökmediğim o kadar çok hikayem vardı ki. Ama hepsi gitti. Yazamamak nasıl birşey bilir misin? Ben biliyorum bu dayanılmaz bir şey. Kendimi boşlukta gibi hissediyordum. Sonra birgün maaşımı almış eve giderken bir silah dükkanında buldum kendimi. Ruhsatınız olmadan silah vermiyorlar. Ama paranız varsa ruhsatı pekte sikleyen olmuyor. Para işleri değiştirmişti ve bir adet 9 mm tabancı almıştım kendime. Ev adresim değişmişti ama telefon numaram 8 yıldır aynıydı. Yani bana ulaşmak isteyen biri mutlaka ulaşabilirdi. Her Allah'ın günü bekledim belki birisi ara mesaj atar diye. Ama AVEA'dan başka mesaj atan kimse yoktu. Kendimi bir boktan farksız hissediyordum. İşte bu his beni öldürüyordu. Birazcıkta olsa dikkat çekmek istemiştim. O gün işe gitmedim. Sabah silahımı belime takıp çıktım evden. Tıpkı bir müşteri gibi yolumun üzerindeki ilk bankaya girdim. Sona silahımı çektim ve ilk önce güvenliği vurdum. Silahı vardı risk almak istemedim. Daha sonra herkese yere yatıp kımıldamamasını söyledim. Ama o güzel kız alarma bastı. Mecburen onu da öldürmek zorunda kaldım. Zaten sonra ki herşey bulanık.
-Bulanık olan kısmı aydınlatayım. 5 kişiyi öldürüp 2 kişiyi de ağır yaralamışsın. Yaralılar hala kendine gelmedi yani öldürdüğün kişi sayısı artabilir.
Psikolog masasının üzerindeki sabit telefonun ahizesini kaldırdı. Bir tuşa bastı. "Alabilirsiniz." dedi ve kapattı. İçeriye 2 gardiyan girdi. Adamı oturduğu sandalyeden kaldırdılar ve koluna girdiler. Tam kapıdan çıkarken psikolog onları durdurdu.
-1 dakika bekleyin. Evi neden terk ettiğini hiç anlatmadın.
-Hiç hatırlamadım ki...
2 Mart 2012 Cuma
500 Days of Summer
Bu kartlar, filmler, pop şarkıları bize yalan söyledikleri için suçlular...
"Aşkın 500 Günü" diye çevrilir "Summer'la 500 Gün" diye okunur. İnsanlar niçin duygusal aşk filmlerini izlerler ki. Filmde kendilerinden birşey buldukları için mi? Baş karakteri kendilerine benzettikleri için mi? Onları bilmem ama Tom Hansen'ın bir an için ben olduğumu düşünmeye başlamıştım ki filmin sonunda aslında o karakteri canlandıranın Joseph Gordon-levitt olduğunu gördüm. Muhteşem bir oyunculuk sergilemiş vs bunlara girmiycem. Konumuz o değil çünkü.
Bu filmi izlemeden sadece bir gün önce yaşadığım o olayı yaşamamış olsaydım belki de bu kadar koymazdı bu film bana. Her gün izleyip duygulanmazdım belki de. Tamam belki olaylar tam olarak burdaki gibi gelişmedi ama çok benzerdi.
Filmin anlatıyorum burda. İzlemeyen sonra demesin yok ben izlemedim niye anlatıyorsun falan diye. Tom tebrik kartı yazmaktadır ve bu iştede çok başarılıdır. Esasen mimarlık okumuştur ama tebrik kartı yazmaktadır. Summer'ı ilk gördüğünde ondan çok etkilenir ve hoşlanır. Gel zaman git zaman beraber olurlar ama Summer ciddi bir ilişki istememektedir. 200. güne kadar gayet mutlu bir şekilde giderken ilişki 290. gün Summer Tom'u terk eder. 402. güne kadar Tom acı çeker Summer'ın mesajlarına cevap vermez ve görüşmezler. 402. gün ortak arkadaşlarının düğününde karşılaşırlar ve herşey çok iyi gitmektedir. Beraber dans ederler. Tom Summer'ı tekrar geri kazanacağını düşünerek umutlanır ve beklenti içine girer. Summer düğünde Tom'u cuma günü vereceği partiye çağırır. Tom içinde oluşan umutlarla birlikte o partiye gider. Ancak bilmediği şey Summer'ın yeni bir erkek arkadaşı olduğu ve ona evlenme teklif ettiğidir. Esas can alıcı nokta ise Summer'ın bu teklifi kabul ettiğidir. Tom bunu öğrenince dünyası başına yıkılır. 440. güne kadar acı içinde kıvranır. 442. gün işinden istifa eder. Artık esas mesleği olan mimarlığı yapmaya karar verir. İş görüşmelerine gider vs... 500. gün son defa Summer Tom'u görür.
Burdan sonra benim hayatımdaki benzerlikleri anlatıyorum. Çünkü burası istediğim herşeyi yapıp yazabildiğim tek yer. İlk zamanlar herşey güzel gidiyordu. Gayet mutluyduk. Resmen aşıktık birbirimize. Sonra herşey ters gitmeye başladı. Sonuç itibariyle ayrıldık. Filmin 402. günüyle bağlantıya geçicem direkt. Onlar dans etmişti. Oda bana mesaj attı bir ay önce. Hiç bir sebep yokken mesaj atması doğal olarak beni de Tom gibi beklentiye sokmuştu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra konuşurken tekrar bana hayatında birisinin olduğunu ve gayet mutlu olduğunu söyledi. Yıkılmak mıydı bu yoksa ölmek miydi bilmiyorum. Ama ölmeyi çok istedim o zaman. Anlatamam hemde o kadar çok istedim ki. Bu yazıyı da kimse okumayacak biliyorum ona güvenerek yolluyorum zaten.
Bir sürü gazeteye de iş başvurusunda bulundum ve blogun adresini verdim ama onlarında hiç bakacağını sanmıyorum. Devamlı acı çekiyorum ben ya. Öyle umutsuz ve mutsuz bir insan oldum ki anlatılacak gibi değil ya. Acı çektiğini nasıl anlatır ki insan kelimelerle. O kadar beceriksizim ki acı çekmeyi hakediyorum aslında ben.
Uzadıkça uzuyor bir son da bulamıyorum yazıya. Bitiriyorum işte bir son cümlesi de koymuyorum afili birşey söylemeden bitiriyorum.
23 Şubat 2012 Perşembe
. . .
Bugün burada bir hikaye anlatmayacağım. Yada bu yazdığım yazıyı facebook, twitter gibi yerlerde yayınlamayacağım. Bunu yazıyorum çünkü rahatlamam lazım. Ya rahatlamalıyım yada ölmeli. Her ikisi de olabilir. Hayatım boyunca beceriksiz oldum hep. Hiçbir şey de başarılı olamadım. Okulumu bitiremedim, kitap çıkaramadım, hiç bir gazetede işe başlayamadım, film çekemedim, ilişkim de başarılı olamadım.
Şu anda yazdıklarım tükenmiş bir adamın son sözleri olabilir yada hayata tekrar tutunma isteği. İkinci seçeneğin olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Çoğu zaman ölmek istedim ama beceremedim. Korktum mu ölmekten? Bilmiyorum. Hem ne değişir ki. İşte hala hayattayım ve yaşıyorum. Her geçen gün yeni bir başarısızlık yeni bir mutsuzluk ekleniyor hayatıma. Herkes hayatına devam ederken ben olduğum yerde kaldım. İlerleyemedim hiç. Mutlu olamadım. İstediğim hayatı yaşayamadım. Gideceğim yolu başkaları çizdi hep. İtiraz edemedim. Hoş itiraz etsem de pek umursayan olmayacaktı.
Kamerası olmadığı için film çekemeyen, yeteneksiz olduğu için okulunu bitiremeyen ve nedeni hala bilinmediği için ilişkisini yürütemeyen bir ben. "Hayatım bir film olsa ya yarısında sinemayı terk ederdim yada uyuya kalırdım." hangi film olduğunu bilmiyorum ama bir filmde duymuştum. Çok farklı olmazdı hayatımın çekileceği bir film. Hoş niçin benim hayatım film olacaksa.
Madem beceriksizdim bu kadar, yalnız kalayım dedim. Kimse etrafımda olmasın istedim. Kalabalıklar içinde yalnız kalmayı seçtim bir ergen gibi. Yıllarca üzgün olduğunu söyleyen kız arkadaşımın aslında üzgün olmadığını fark ettim bu gece. O mutluydu yeni bir ilişkisi vardı ben ise acı çekiyordum. Aradan yıllar geçmesine rağmen. O da acı çektiğimi görüp bana acımıştı. Acınacak haldeydim. Aslında üzgün değildi sadece birazcık vicdan azabı çekiyordu sanırım. Eğer mutlu olduğunu öğrenseydim asla vermezdim ona bu blogun adresini. Çünkü bu yazdığımı da okuyabilir. İtiraz edebilir. Aslında öyle değil diyebilir. Çokta bir önemi kalmamış. Aşk acısının bilimsel olarak 1.5 yıl sürdüğünü savunduğunda anlamalıydım aslında. Yada anladım ama anlamamış gibi yaptım.
Fonda Lana Del Rey - Born To Die parçası çalarken bu zırvalıkları yazıyorum. Şarkıda da dediği gibi All my heart, it breaks every step that I take (Tüm kalbim her attığım adımda kırılıyor.)
Bu hayata ne için devam ediyorum bilmiyorum. Okunmayan bir blogun yazarıyım. Filme çekilmeyi bekleyen ama asla çekilemeyen onlarca senaryosu olan bir senaristim. Okulunu bitirememiş tembel bir öğrenciyim. Bir ilişkiyi bile yürütemeyecek bir geri zekalıyım. Nefes alan bir ölüyüm.
İçimde kocaman bir boşluk var. Hiç bir şeyle dolmayan. İçten içe öldüğümü hissediyorum. Ne acıdır ki gerçek hayatta ölemiyorum...
20 Şubat 2012 Pazartesi
Bir Melek Ölürken...
Ailemi kaybettiğim de 8 yaşındaydım. Ankara'dan İzmir'e doğru gidiyorduk. Bayram dan 2 gün önceydi. Anneanneme gidiyorduk. Babamın, annesi ve babası ben daha bebekken ölmüşlerdi soba zehirlenmesinden. Annemin babası ise evlendiğini bile görememiş annemin. Kalp krizinden genç yaşta ölmüş. Yola çıktığımızda saat sabah 09:00'du. Annem ve babam ikisi de aynı bankada çalışıyorlardı. Babam bankanın müdürü annemde onun sekreteriydi. Birbirlerini çok seviyorlardı. Tabi beni de. Annem sarı saçlı yeşil gözlü çok güzel bir kadındı. Bir melek kadar güzeldi. Tanrı'nın adalet anlayışına isyan etmiş ve işinden istifa etmiş bir melekti. Babam ise çok yakışıklı olmamasına rağmen kendine has bir karizması vardı. Babam gibi olmak isterdim hep. Benim gözümde Batman babamdı. geceleri Batman kostümü giyip şehirdeki suçluları temizlediğine inandım hep.
Yola çıktığımız gün annem beyaz bir elbise giymişti. O kıyafetiyle melekten bir farkı yoktu sadece kanatları eksikti. Eğer Tanrı'nın işini sorgulamasaydı kanatları halen olabilirdi. Babamın üstünde ise siyah bir takım vardı. siyah pantolon, siyah ceket, siyah kravat, siyah rugan ayakkabı ve beyaz bir gömlek. Çok ciddi görünüyordu o gün. Ama aslında ciddi olmayı hiç becerememişti. Yolculuğumuz gayet zevkli geçiyordu. Babam arabayı kullanıyor annem de onun yanındaki koltukta oturuyordu. Ben ise arkadaydım. Biliyordum çünkü aşıklar ayrı oturmamalılardı. Birbirine aşık insanlar hep yan yana otururlardı. Babam bize fıkralar anlatıyor hepimiz gülüyorduk. Arada annemle babamın elleri birleşiyordu.
Her şey çok güzeldi. Ta ki o fren sesini duyana dek. Hatırladığım en son şeydi o fren sesi. Sonra gözlerimi açtığımda bir hastane odasında yatıyordum ve başucumda anneannem bir sandalyede oturuyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Annemle babamı arıyordum ama odada bizden başka kimse yoktu. İçeri bayan bir hemşire girdi. Kapının açılma sesine uyandı anneannem. Hemşire bana doğru ilerleyerek:
-Nihayet uyandın delikanlı. dedi.
-Annemle babam nerede? Neden yanımda değiller? Neden hastanedeyiz? dedim. Anneannem ağzını kapatarak dışarıya çıktı. Ağlayacağı zamanlar önce ağzını tutar sonra odadan çıkardı. Uyandığım için sevindiğini ve annemle babama mutlu haberi vermeye gittiğini düşündüm. Ne safmışım. Hemşire:
-Uzan ve rahatla. Her şeyi anlatacağım.
Anneannemin kalktığı sandalyeye oturdu. Sabırsızlıkla ağzından çıkacakları bekliyordum.
-Sarhoş bir kamyon sürücüsü sizin arabanıza çarptı. Çok kötü bir kaza geçirdiniz anlayacağın. Annen ve babanın durumları çok kötüydü sizi buraya getirdiklerinde. Çok uğraştık ama onları kurtaramadık. Maalesef annen ve baban öldü. Çok üzgünüm. Senin kurtulman ise büyük bir şanstı.
İnanmamıştım bu söylediklerine. Bana şaka yaptıklarını sanmıştım. Ama öyle değilmiş. İçeriye anneannem girdi.
-Anneanne bu şaka hiç komik değil. Annemle babam nerede? Onları görmek istiyorum. Onlar bırakıp gitmezler ki beni. Sevmedim bu şakayı anneanne. Lütfen beni onların yanına götür.
Anneannem koşarak yanıma geldi ve bana sarıldı. Ağlıyordu ve beni sımsıkı sarmıştı. Her şey için üzgün olduğunu bunların hepsinin doğru olduğunu söyledi bana.
Hastaneden çıktığımı ve anneannemin evine nasıl yerleştiğimi hiç hatırlamıyorum. Uzunca zaman büyük bir boşluk oldu hayatımda. O hastane odasında söylediklerimden sonra konuşmadım uzunca bir süre. Kulağımda devamlı o fren sesi vardı. Bazı geceler kazayı görüyordum. Ağlayarak ve çığlıklar içinde uyanıyordum. Her uyandığımda anneannem geliyordu yanıma ve bana sıkıca sarılıp öpüyordu. Bana göstermemeye çalışıyordu ama çoğu gece onu ağlarken görmüştüm. Gizli gizli ağlıyordu.
9. yaş günümde çikolatalı bir pasta, yanına kurabiye, kola almıştı. Bir de hediye oyuncak araba. Baş başa kutladık doğum günümü ama hala konuşmuyordum. Hediyemi vermeye gelmişti sıra. Güzel bir hediye paketi içindeydi. Özenle açtım paketi ve içinden 1963 model bir vosvos çıkmıştı. Arabayı görünce gözlerim doldu. Uzun bir aradan sonra ilk defa o gün konuştum. Anneannemin yüzüne baktım ve:
-Ya onların yüzlerini unutursam. Ya hatırlayamazsam bir daha. O zaman ne olacak anneanne.
Anneannem bu sefer gizlemedi ağladığını. Sarıldı bana. Birbirimize sarılmış ağlıyorduk.
-Olur mu öyle şey hiç? İnsan anne babasının yüzünü nasıl unutur? Bekle burada.
Salondaki komidinin çekmecesini açtı. Hala ağlıyordu. Bir fotoğraf çıkardı ve bana uzattı. Annem ve babamdı resimdekiler:
-Al bunu. Ne zaman onların yüzünü unuttuğunu hissedersen çıkar bu resme bak.
-Senin başına kaldığım için bana kızıyor musun?
-O ne biçim soru öyle. Benim başıma kalacaktın tabi başka kimin başına kalacaksın. Ben bakacağım sana tabi.
-Ben çok kızıyorum ama. Öldürmek istiyorum o adamı. Benim annem ve babam öldü ama ona hiç bir şey olmadı. Burnu bile kanamadı.
-Öyle düşünme. Oda öbür tarafta verir cezasını.
-Ben şimdi vermesini istiyorum ama. Keşke annem isyan etmeseydi Tanrı'ya. Şimdi daha mutlu olurdu.
-O ne demek öyle?
-Annem bir melekti. Tanrı'ya isyan etti istifa etti melek işinden. Tanrı da onu normal insan yaptı. İsyan ettiği içinde şimdi onun oğlunu cezalandırıyor. Oda ben oluyorum.
Anneannem gözlerimin içine baktı. Kendi uydurduğum bu hikaye hoşuna gitmişti ama böyle bir şey olmadığını söylemedi bana. Oda benimle birlikte devam ettirdi bu yalanı. Çocukların yalanlarına inanmak lazım. Kendi hikayeleriyle daha mutlular gerçek hikayelere ihtiyaçları yoktur.
Anneannemle mutlu bir şekilde yaşıyorduk. Oyunlar oynardık, beraber resim yapardık, şarkı söylerdik, emekli maaşını aldığı zaman hemen pastahaneye giderdik. Bir çocuğun isteyebileceği her şeyi anneannemle yapardık.
Aradan yıllar geçtikçe anneannemin kulakları iyi duymamaya başladı. 12 yaşıma geldiğimde anneanneme sesimi duyurmak için bağırmam gerekiyordu. İşitme cihazı alması gerekiyordu ama fiyatları çok yüksek olduğu için alamıyordu. "Aman be oğlum aldığımız üç kuruş para zaten onu da bu zımbırtıya mı vereceğiz. Boş ver bak anlaşıyoruz işte." derdi. Öyle deyince bende sesimi çıkarmadım.
Saat öğleden sonra 15:00'te okuldan çıktım ve eve gittim. Okulda aşık olduğum kızı anneanneme anlatacaktım ve heyecanlıydım. Evin kapısını anahtarla açtım. Anneannem salonda ki tekli koltukta oturuyordu. Yanına gitmedim ama anlatmaya başladım. Tüm gücümle bağırıyordum beni duysun diye. Odamda üstümü değiştiriyordum. Boğazım acıdı ve mutfağa gidip bir bardak su alıp salona anneannemin yanına gittim. Gözleri kapalı uyuyordu. Yada ben öyle sanıyordum.
-Ah be anneanne uyuyacak zamanı buldun. Söylediklerimin hiç birini duymamışsındır Allah bilir.
Anneannemi omuzundan dürttüm uyandırmak için. Ama uyanmıyordu. İki omuzundan tutup sallamaya başladım. Anneanne diye bağırıyor bir yandan da sarsıyordum uyandırmaya çalışıyordum. Ağlamaya başladım ve dışarıya çıktım. Yan komşumuz Aysel Teyzeye gittim. Ağlıyordum.
-Anneannem uyanmıyor Aysel Teyze uyanmıyor. dedim. Aysel Teyze telaşla çıktı evden ve bizim eve girdik. Aysel Teyze de dürttü anneannemi bir kaç sefer. Ama hiç tepki vemeyince sağ bileğini eline aldı. O zaman ne yaptığını anlamamıştım. Meğer nabzını ölçüyormuş. Bana doğru döndü ve:
-Anneannen ölmüş. dedi. Pat diye söyledi bunu. Alıştırmadan direkt söyledi.Ambulans geldi ve anneannemin cesedini alıp götürdü.
Aradan 5 yıl geçmeden kalan son yakınımı da kaybetmiştim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sonra Çocuk Esirgeme Kurumundan 2 kişi geldi. Biri erkek biri kadın. İkisi de çok ciddi giyinmişlerdi. Kadın olan beni alıp bir sürü çocuğun olduğu yeni bir yere götüreceklerini söylediler. Bir sürü arkadaşımın olacağını kendimi yalnız hissetmeyeceğimi söyledi. Kadın sadece konuştu ben ise dinlemedim.
Keşke annem meleklik görevinden hiç istifa etmeseydi. Bu sayede ben bu kadar acı çekmezdim. Babam ve anneannemde hala hayatta olurlardı. Neden Tanrı'ya isyan ettin anne. Sadece işini yapsaydın olmaz mıydı?
9 Şubat 2012 Perşembe
Aşk ve Nefret (İntikam)
Gece üzerimiz de tüm karanlığıyla.
Yalnızca ay... ve ışığı... ve şehir... ve aşk
Aşk alınması gereken bir intikamdı.
Onun mutsuzluğu,
Mutlu edecekti beni.
Aşk bu hale geldiğinde artık intikam olurdu.
Oldu da.
Elbette karşı koyacaktı,
Kabul etmeyecekti acı çekmeyi.
Çünkü benim gibi,
Haklı sayıyordu o da kendini.
Oysa sesini çıkarmadan
Boynunu uzatsın isterdim,
Bedeninden ayırmam için.
Tembellikten değil de
İhanetinin bedelini ödeyebilecek kadar,
Cesur olduğunu umduğumdan.
Şiir okudum bir taraftan,
Canını yakmaya çalışırken.
Şiirden nefret ederdi çünkü;
Anlamazdı.
Arkamı dönüp gitmek isterdim.
İşime bakmak,
Affedebilecek kudrete sahip olmak...
Ama değilim.
Herkes gibi herkes
İntikam almak ister.
Bende isterim.
Biliyordum aslında,
Herşey unutulur
Zaman gelir öfken yok olur.
O yüzden o zamana kadar
Halletmeliydim işimi.
Çünkü insansın, ancak biz isteriz
Can yakmak için can yakmayı.
Kaçacak çok fazl yeri yoktu.
Artık bitirmek gerekirdi.
Kanlı bir veda seramonisi...
Tapınırken bulduk kndimizi
O sonsuz geceye.
Gece mi? Değil mi?
Bir gece hayaleti belki
Dolaştı durdu bizimle
Bütün gün dolaştı durdu ve sindi.
Büyülenmekten arta kalan bitkinliğe.
Sahi o ölen kimdi...
5 Şubat 2012 Pazar
Yorulmadın mı Yaşamaktan?
Hepsi hepsi bir fısıltıydı boş sokakta
Ölümün öte yanında koca bir boşluk.
Ne garip;
En büyük korkusu ölmek olan ben
Karanlık bir sokakta
Görmek yerine
Kara gölgesinin, dişlerinin, pençelerinin
Sesini duydum.
Dedi ki;
"Yorulmadın mı yaşamaktan?"
8 Ocak 2012 Pazar
Hep Yazılacak Diye Bir Kural Yok
Bu sefer yazdığım herhangi bir yazıyı değil de çizdiğim resimleri paylaşmak istedim burda. İşte şu ana kadar olan çizimlerim sırasıyla.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)